Lilypie First Birthday tickers

Lilypie First Birthday tickers

16 Kasım 2011 Çarşamba

Gözlemci minnoş

Bu aksam babamız yine her zamanki gibi sekizi geçe, trafikten bezmiş bir şekilde, elinde alışveriş torbaları ile geldi. Babasının geldiğini açılan asansör kapısından tahmin eden miniğim gözlerini bana çevirip, vurgusunu tam soru sorarcasına ayarlayıp "baba?" diye sordu. Bir an ikimiz de sessiz kalıp, adımların kapımızın önüne gelmesini dinledik. Ayak sesleri yaklaştıkça, Enis Bora "ıh ıh" seslerini arttırmaya başladı ve o ana kadar birlikte oynadığımız yataktan güç bela inip kapıya doğru koştu. Nihayet babası evdeydi, çok sevinmişti. Ama o da ne? Tam kapının önünde birkaç torba duruyordu. Melegim, babasını süzdükten sonra tüm ilgisini torbalara yönelterek babasının varlığını tamamen unuttu.

Enis Bora'yı bekleyen  en onemli gorev tabii ki torbaların boşaltılması idi. Bu işi benim de müdahalelerimle bitirdikten sonra ise bir süre daha bu hışırtılı ve  kafaya geçirilmesi çok kolay olan obje ile oynadı. Ben de bu esnada uzaktan minnoşun hareketlerini izliyordum. Aaa o da ne?! Boş torbayla yeteri kadar oynadiğina kanaat getiren minnoşum, emin adımlarla, elinde torba olduğu halde mutfağa yöneldi, çöpün bulunduğu dolabın kilidini açtı ve torbayı çöp kutusuna yerleştirmeye başladı.

Uğrastı, uğrastı, uğrastı. Kendince yerleştirdiğine emin olunca dolabın kapağını kapadı, kendisinin açmaması için yerleştirdiğimiz kilidi aktive etti.. (Buradan çıkan sonuç: çocuk güvenlik sistemleri geliştiren firmaların AR-Ge'lerinde çocuklar çalışmalı)

Hemen öne hamle yapıp, kapağı tekrar açıp torbanın ne durumda olduğuna baktım: İnanılmaz ama torbayı gerçekten de çöp kutusunun içine yerleştirmişti...Önce bir kahkaha patlattım sonrasında tebrik öpücüklerine boğdum kuzuyu. Kuzu da elde ettiği başarıdan memnun, kendini alkışlamaya koyuldu keyifle...

13 Kasım 2011 Pazar

1 Kasım 2011 Salı

Bisküvi nerede oğlum?

Enis Boracık 7 aylıktı adımadım'a üye olduğumuzda. Kitaplarını eğlenceli, renkli ve öğretici bulduğum için kısa bir araştırma sonrası yıllık abone olmuştum. 9. aydan itibaren her ay düzenli olarak kitaplarımız ve o aya uygun oyuncaklarımız eve gelir oldu.

Maalesef büyük bir hayal kırıklığı ile gördüm ki, miniğim sadece oyuncaklara yüz verdi, hatta o oyuncakları favorileri arasına koydu ama kitaplar ile ilgilisi hep 1-2 dakikalık oldu. O 1-2 dakika içinde de miniğimi kitaptaki içeriğe odaklamam çok zor oldu. Onun ana hedefi kitabın sayfalarını çevirmekti, o kadar...

Miniğim büyüdükçe, kitaplara ilgisi biraz daha arttı. Ancak tuhaf bir şekilde ayından 2-3 ay önceki kitaplara dikkat etmeye başladı. Akşamları ben mutfakta yemek pişirken, o da hep bir kitabı alıp yere oturdu, kucağına aldı kitabı, en az 10-15 dakika hem sayfaları çevirdi hem de resimlerle kendi lisanında konuşmaya başladı...Geç oldu, biraz da güç ama yine de sonunda başarmanın haklı gururunu yaşıyordum. Yine de neden yaşına uygun kitaplar dikkatini çekmiyor diye düşünmeden de kendimi alamıyordum.

Bu sabah saat 6:30'da uyandık ve bir daha uyumak istemedi tonton. Babası de gece boyunca 4 defa miniğimizle ilgilendiği için kendisine dinlenme zamanı yaratabilmek için miniğimi alıp salona geçtim. Masanın üzerinde de kitapları. Miniğim divandan emin hareketlerle ve artık ustaca aşağı indi, kitabını alıp bana verdi. Belli ki kitapla zaman geçirmek istiyordu. Başladım resimleri anlatmaya, top nerede, kedi nerede sorularına. Bu soruların yanıtlarını doğru veren miniğime yeni sorum "kuşun annesi nerede" idi. Miniğim 2-3 sn. düşündükten sonra sonra bana sarıldı. Sanırım kuşun annesi ile ilgili  henüz bir kavram oluşmamış kafasında.



Bir sonraki sorum resimdeki bisküviler ile ilgiliydi. "Bisküviler nerede oğlum" dedim. Düşündü, düşündü, düşündü. Sonra divandan yine çevik bir hareketle aşağı indi, salonun ortasına kadar yürüdü. Geri dönüp bana baktı, böylece beni yerimden kaldırmak istediğini belli etti. Ben de başladım takibe. Yolculuğumuz mutfakta, bisküvilerin durduğu yerde son buldu. Resimdeki bisküvi oğlum tarafından algılanmadı ama bisküvi kelimesinin ne olduğunu artık çok iyi biliyor...

7 Ekim 2011 Cuma

Her yer olur, ama yatak asla!

Boncuğum uyku maceraları da, yemek maceralarını aratmayacak şekilde tam gaz devam etmekte. Uyku ile ilgili ne tip bir macera mı olur? Ayol miniğim daha 6 aylıkken, muhallebisini yerken koltuğunda uyuya kalmıştı da, günlerce gülmüştük bu duruma. Sonra bir gün denizde uyuakaldı miniğim. Allahtan o anı görüntülemiştik de ben de bu blog sayesinde kayıt altına alabilmiştim. Anımsamak için tıklamak yeterli:)

Miniğim uzun süredir gündüz uykularını azaltma çabası içinde sanırım. Özellikle haftasonları, "ben uyurken bunlar benim oyuncaklarımla parti veriyorlar galiba" düşüncesiyle olsa gerek günde 2 kere uyuması nadiren olmaya başlamıştı. Başında 1 saat - 1,5 saat bekledikten sonra yıpranan sinirlerimiz doğrultusunda ya kendisini araba ile dolaşmaya çıkarıyorduk ya da "uyumazsa uyumasıni ne yapayım yani" feryatlarıyla yatağıdan kaldırıyorduk.

Miniğimin bugün hem diş ağrısı var hem de bu sabah itibariyle hayatında ilk defa nezle ile tanıştı. Ama gelin görün ki harika bir hava var dışarıda. Hiç esinti yok ve güneş sıcacık. Bunun üzerine Gürkan oğlumuzu parka götürme kararı aldı. Hasta olduğu için yarım saat kalır gelirler diye düşünmüştüm. Ama gelin görün ki durum öyle olmadı. Dakikalar ilerledi ilerledi, baba-oğuldan eser yok. Eve teşrif buyurduklarında, dışarı çıkalı 1,5 saat olmuştu. Ama o da ne, miniğim arabasında uyuyor. Önce biraz tuhaf geldi bu durum. 2 dakikalık yolda mı uyumuştu??? Sonra Gürkan oğlumuzun son bombasını patlattı: Kendisi bu seferde salıncakta uyuyakalmış:)

Böylece oğlum muteşem üçlüyü tamamladı: yemek yerken mama sandalyesinde, denizde ve salıncakta...
Acaba oğlum şu mesajı mı vermeye çalışıyor:
Ben aslında çok uyumluyum, her yerde de uyurum. Ama sakın sakın sakın beni yatağa koyma, bozuşurum!

21 Eylül 2011 Çarşamba

Dün gece bebekler gibi uyudum, mışıl mışıl...

Aranızda şu cümleyi kurmuş olanınız var mı?

Dün akşam bebek gibi uyudum, mışıl mışıl...
Enis Bora doğana kadar ben çok söylerdim. Kesintisiz, derin bir uyku çektiğim, sabahleyin tüm enerjimi toplamış yorgunluğumu tamamen atmış olarak kalktığımda uykumu tarif etmek için sıklıkla kullanırdım.

Enis Bora doğduğundan beri bu cümlenin başka bir anlamı mı var diye düşünüyorum. Zaten yenidoğan 2-3 saatte bir uyanıyor. Dolayısıyla ilk 1-2 ay bebeklerin gece uykusu pek deliksiz olamıyor. Ek gıdalara geçiş ve anne sütünün azaldığı dönemle birlikte, bebişlerin gece uykuları düzeliyor ve gecede uyanma sayıları da kayda değer sayıda azalıyor. Ama kaçımızın bebeği öyle 10-12 saat deliksiz uyuyabiliyor ki? Çevremde tek bir örneği var. Acaba bu mışıl mışıl uyku eskiden mi varmış? Artık bebeklerimiz bu kadar uyarana maruz kaldığı ve bu kadar vitamin aldıkları için mışıl mışıl uyuyamıyorlar mı?

Biz uyku konusunda oldukça şanslı görüyorduk, Enis Bora uzun süredir gecede 2 kere uyanıyordu: gece yarısı ve sabaha karşı. Her ikisinde de emzirmemin hemen akabinde yine uykusuna kolaylıkla kaldığı yerden devam ediyordu.

Ne olduysa son 2 haftada oldu. Meleğim uyanma sayılarını artırmakla kalmadı, her uykuya geçişinden 10-15 dakika sonra gene uyanır oldu. Böylece gecede 5-6 kere kalkar hale geldik, sabahları yataktan kalkmakta çok zorlanır olduk. Salı günü ofiste makyajımı yaparken göz altı torbalarımın aldığı yeni boyutu görünce kalbim  yerinden fırlayacak gibi oldu. O gün gözlük takıyor olduğma bir kere daha sevindim doğrusu.
Pazartesi akşamını salı sabahına bağlayan gece, miniğim o kadar çok uyandı ve o kadar çok ağladı ki, artık bir uyku eğitimi alması için profesyonel yardım almamız gerektiğine inancım pekişti. 750 TL verip, karşılığında "bebeği kendi kendine uyumasını öğrenmesi için ağlatmak" cümlesini duymak çok işime gelmese de, belki farklı birşeyler de duyarım ve sonrasında bebeğim de biz de mışıl mışıl uyuruz diye ümidim arttı.

Ama dün gece (20 Eylül gecesi) bir mucize oldu; doğduğundan beri minnoşum ilk defa 10,5 saat kesintisiz uyudu. Gece uykusuna başlayabildiğinde 21:30'du ve sabah 7'de gözlerini tekrar açtı.

Biz de karı-koca mutlu ve enerjik olarak yeni bir güne başlayabildik. Yanlız itiraf etmem gerekir ki, miniğimin uyanmaya alışık olduğu tüm saat aralıklarında, kurulu saat gibi uyanıp kulak kabarttım geceye. Neyseki her seferinde sadece düzenli nefes sesi duydum, vıklama yerine. Bu durum bile enerjimin artmasına pozitif etki yarattı:)

Bir kere daha böyle bir durum ne zaman tekrar eder hiç bilmiyorum. Ama bu deneyimi de kayıtlara geçmesi açısından kayıt altına almadan yapamazdım...

19 Eylül 2011 Pazartesi

Meleğimin dil gelişimi

Biliyorum ki bir bebeğin konuşması, el çırpması, topa vurması gibi aktiviteleri başarabilmesi çok olumlu gelişmeler. Beyin gelişimi ile ilgili herşeyin yolunda olduğunun ilk sinyalleri.

Meleğim el çırpmaya ancak 2-3 hafta önce başladı. Yani yaşını doldurunca...Topa vurmayı henüz başaramıyor ama son 1 haftadır yerdeki birşeye ayağı ile vurunca yerdeki cismin hareket etmesi onu çok güldürüyor. Sanırım yakında topa da vurmaya başlayacak ve ben o zaman muhtemelen, bu aktiviteyi öğrenmesi keşke daha geç gerçekleşseydi diye düşünüyor olacağım. İnsanoğlu işte!

Kelimeler konusunda ise biraz farklı bir durumumuz var sanırım. Çevremde gördüğüm ve fikir yürütebildiğim kadarıyla bebeklerin ilk kelimeleri; baba, mama, dede, meme gibi heceleri tekrar eden kelimeler oluyor. Tabii babaya baba demek, mamaya mama demek biraz zaman alıyor. Ancak genel akış içinde bu kelimeler ilk söylenenler oluyor. Hatta bu hecelerin lisandan bağımsız olduğunu da düşünüyorum. Ne de olsa Barcelona'da babasının kucağında "dedede" diye mırıldanan bir İspanyol minnoşunu da görmüştük.

Gelin görün ki, Bora'cığımın rüzgarı nereden esmişse esmiş, ilk kelimeleri beklenenden farklı gelişiyor. Evet başlarda birkaç defa "baba","dede" ve "mama" dedi. Ah tabii "abba"yı nasıl unuturum?! Sanırım "abba" ve "baba" başından beri en severek söylediği kelimeler, özellikle 2. "b" harflerine öyle bir vurgu yapıyor ki, insan söyleyişini taklit etmekten kendini alamıyor doğrusu.

Tam yaşına girerken beklenen heceleri söyleyerek, doktordan tam puan alan oğlum, sanırım farkını ortaya koymak için "kapı" ve "kapa" kelimelerini de söylemeye başladı. İşin enteresan boyutu ise, oğlum dede, baba ve mamayı yerli yerinde söylemez her gördüğüne bu kelimelerle seslenirken, kapı ve kapayı kesinlikle yerli yerinde söylüyor. Bu iki kelimeyi ilk defa İzmir'de dedemin evinde söylemeye başladı, hepimiz şoka girdik. Sonrasında halamın adı Ayyyca'yı söylemeye başladı. Tabii benim kıskançlık genim hemen devreye girdi. Neden mi? Acaba kendisinin hala anne demiyor oluşu yeterli bir neden olur mu? Ne dersiniz?

Doktorumuza, ilk kelimelerinden biri kapı-kapa olan bir bebek daha görüp görmediğini sorduğumda, aldığım cevabı hepiniz tahmin edersiniz sanırım:)

Barcelona tatilimizin ilk günü, 2 Eylül sabahı. Sabahın 7'sinde uyanan meleğimden yeni bir kelime daha doğrusu ses taklidi çıkıyor: maaawww. O kalın sesini inceltip, miyawlamaya çalışan meleğim bizim bin kere tekrarlatma oyunumuzdan maalesef çabuk sıkıldı. Halbuki biz çok eğleniyorduk Bora'cım:) Neyseki arasıra yine maw'lıyor. Ama henüz biz miyawww deyince mawlıyor. Bir kedi gördüğünde ise sadece bakıyor.
Tatil sonrası ise bizi yeni bir kelime ve yeni bir süpriz bekliyordu:Meleğim, ablasının ismini söylemeye başladı. Hem de ablası olabilecek en zor isimlerden birine sahipken: Hamdiye. Tamam itiraf ediyorum, bütün harfleri söylemiyor ama bariz bir şekilde Hamdiye diyor. Böylece oğlumun ablasına ne kadar bağlı olduğunun bir kanıtı daha oluşuyor.

19 Eylül sabahı, ilköğretimin ders başı yaptığı gün. Bir hafta önce birinci sınıflar dersbaşı yapmıştı ve ben yürüyerek 30 dakikada gidebileceğim işime araba ile 40 dakikada gidebilmiştim. Benzer bir durumu yaşamamak için bugün evden erken çıkmak için son hazırlıklarımı tamamlıyorum. O da ne! Yoksa yeni bir kelime mi çıkıyor?! Evet bildiniz. Meleğim yeni birşey yumurtluyor. Bir haftadır, ayak için "aya" diyordu. Bazen ayakkabı için de "aya" diyordu. İşte Aya ile kapı'yı birleştirdi, alın size Ayakapı (meleğimin söyleme şekli ile). Yanlız sanırım henüz ayakkabıyı doğru cisme söylemiyor.

Bakalım sırada hangi kelimeleri var?! Merakla öğrenme hızına yetişmeye çalışıyoruz minnoşum.

Son bir not, meleğim bugün itibariyle hala net bir "anne" demiyor.

26 Temmuz 2011 Salı

Enis Bora tatilde

Enis Bora'cığımızın ilk tatil anılarını sizlerle paylaşmıştım. Bugün çektiğimiz karelere bakınca, bu yazıyı sadece resimlerden oluşturmak istediğime karar verdim...

İşte size resimli bir öykü:

  

Bu nasıl birşey? Daha önce böyle birşeye dokunmamıştım?! Öbür evde hiç yok bunlardan. Nereden   çıktı şimdi bu? Bir ellesem mi ki? Yoksa ellememek daha güvenli? Herkes "cici, ciciii" yapıyor. Ben en iyisi bir dokunayım bakalım neler olacak???






Amanıııııııııın, bu tuhaf şeyi hiç sevmedimmmmmmm. Hiç de cici değil bu şey. Bir kere yeşil! Öbür evde hep kahverengiydi...Bir de bunlar insanın eline batıyor. Aslında çok    can yakmıyor ama daha önce hiç elime bişi batmamıştı.

 Ne anneanne, ne dede, ne de oyuncakla beni bunun üstüne bir daha asla oturtamazsınız.!!!


Neyse ki, babamın şefkatli kollarındayım. Kahraman babam,bu yeşil dikenlerden kurtardı beni çok şükür!!!


                                     



Hep diyorum benimle uğraşmayın, illa beni şebek yapacaklar:
 Şu saçlara bakın yahu!  Ama sanmayın ki jöle filan var, yıka ve çık halim bu:) acaba şampuan reklamlarına alırlar mı beni? Bir de annem tutturmuş, bu halimi Macaulay Culkin'e benzetiyormuş...Çok komikler yahu...


Neyse, şu kum olayına alıştım artık. Zaten daha annemin karnındayken sürekli yoga derslerinde aynı şeyleri duymaktan, beynime kazınmış  "şu an çok rahatım, heryerim rahat" cümlelerine. İçimden bunları söyleye söyleye oturunca kuma, o kadar da sıkıntı çekmiyormuşum meğersem:)
Bakın ne huzurluyum, öyle değil mi?

25 Temmuz 2011 Pazartesi

Keşke miniğim de burada olsaydı...

Hayatta olmaz, Enis Bora’yı bırakıp bir de tatile mi gideceğim?! Mümkün değil. Ne zararı var ki boncuğumun?

Genelde uslu bir bebiş zaten, yemek zamanları hariç. Yanlış anlaşılmasın, hiç yemek yemiyor değil. Sadece henüz bizim keşfedemediğimiz bir damak tadı var. Eğer sevdiği şeyi yakalarsak, hiç sorun çıkarmıyor miniğim yemekte

Bir de uyku saatini kaçırmamalıyız, yoksa huysuzlaşıyor. Evet sabahları 6’da uyanıyor, tatil zamanı çok keyifli olmuyor tabii sabahın köründe kalkmak.

Bir de bazen çok meraklı oluyor, nerede fiş, priz hepsini kurcalıyor, eline geçeni yere atmaya bayılıyor, ya yerçekimi kanunu tam çözemedi ya da bilmediğimiz başka bir şey var. Büyüyünce muhakkak soracağım…

Neyse, konumuza geri dönelim…Görüleceği üzere 2-3 temel konu haricinde bir pamuk var hayatımızda ve biz bu pamuğu Silivri’de anneannesine bırakıp, soluğu 2 günlük bir tatilde aldık. Saros tatilinde bir hayli yorulmuş ve sakin bir tatilin hayalini kurduğumu yaklaşık 1000 kere tekrar edince annem ve eşimin bana bir hediyesi oldu bu tatil.

Nasıl mı geçti?

Tatile dair ne varsa tüm ritüeller itina ile yerine getirildi:

Sonu düşünülmeden sürekli yenildi ve içildi. Hamilelik, öncesi ve sonrası yasak olan tüm  besinler itinayla tüketildi. Yasak listesindeki hiçbir maddenin atlanmaması için tekrar tekrar üzerinde düşünüldü.
  • Yemek saati kavramını hayatımızdan 2 günlüğüne olsa da sildik. Bazen saat başı bir şeyler yedik, bazen saatlerce bir şey yemedik.
  • İstediğimiz mekanda istediğimiz kadar kaldık. Bazen 5 dakika bazen 5 saat. Tamamen paşa gönlü kriterleri devredeydi ki bu kriterler ağırlıklı tarafımdan belirlenmişti.
  • Üstümüze damlayan şeftali lekesi olmayınca, plaj kıyafetleri ile geceye akmakta da bir sakınca görmedik doğrusu.
  • Akşamları uykumuz geldiği için uyuduk, minnoşu uyutmak için değil.
Kulağa çok güzel geliyor değil mi? Değil işte. Sadece birkaç saat. Sonrasında mı ne oluyor? Çevrede gördünüz her benzer yaştaki bebeği okşuyor, seviyor, kaç aylık olduğunu öğreniyor, Enis Bora’dan bahsediyor, günde en az 4 posta telefonla bilgi alıyor, yemeğini yediğini öğrenirseniz mutlu oluyor, yemeğini öğrenirseniz içiniz burkuluyor. Her ağlayan bebeğe yöneliyor, içiniz burkuluyor, özlemle iç çekiyorsunuz.

Ve milyon defa içinizden geçiriyorsunuz: “Keşke miniğim de burada olsaydı.” 

Bir yanda değişik bir huzuru ve kocanızla/karınızla yaşadığınız plansız-programsız saatlerin keyfini sürüyorsunuz. Bir yandan da içinizden geçiriyorsunuz:  “Keşke miniğim de burada olsaydı.” 

Sonra ne mi oluyor? Bir daha miniksiz tatile gitmemeye karar veriyorsunuz!

Varsın yemesin, varsın biraz mızmızlansın…

18 Temmuz 2011 Pazartesi

Abbaaa

Bildiğiniz gibi geçtiğimiz hafta çekirdek ailem ile Saros'ta idik. Enis Bora'nın bakıcı ablası olmadığı için zaman zaman zorlandık ama yine de çok güzel bir haftaydı...

Tüm hafta boyu, Bora'cığımın ablasını özleyip özlemediğini merak edip durdum doğrusu. Aslında sık sık "abba, abbaaaaaa" diyip o kalın sesiyle ortalığı inletti. Ancak biz Enis Bora'nın "abba"yı pek çok kişi ve nesne için söylediğini düşünüyoruz uzun zamandır. O nedenle minnoşun gerçek duygularını tatil boyu anlayamadık.

Sayılı gün çabuk geçti, beklenen gün sonunda gelip çattı. Ablamız bu sabah7:45'te kapıyı çaldı. Üçümüz de aynı yatakta sabah şekerlemesi yaparken çalan zile ilk olarak ben sıçradım. Benim hareketime uyanan Enis Bora anında yatar pozisyondan oturur pozisyona geçti ve kesin ve net bir şekilde 3 kere arka arkaya "Abba, abba, abbaaa" diyerek ortalığı inletti. Gürkan da ben de kısa süreli bir şok yaşadık. "Nereden anladı, nasıl unutmamış" gibi binlerce soru kafamızda dolandı durdu.

Bir gün asansörün sesini veya kapıda çevrilen anahtarın çıkardığı gürültüyü tanıyıp ablasını çağırdığı gibi annesini ya da babasını da çağıracak mı bu kuzu dersiniz? Yoksa abbası ile arasındaki ilikşki hep daha farklı ve özel mi olacak? Neredeyse kıskanacağım yahu:)

17 Temmuz 2011 Pazar

Enis Bora'nın Tatil Güncesi

Tatilin en güzel yanı ne mi? Uzun zaman sonra Enis Bora’yı tekrar yaşayabilmek. Korkularını, sevinçlerini, sevdiklerini, sevmediklerini, yeni öğrendiklerini, herkesi ve her şeyi incelemesini…

Enis Boram henüz 4,5 aylıktı işe başladığımda. O güne kadar hep birlikteydik, ama işe başlamam ile birlikte her şey değişti sanki. Şimdiye dek haftada sadece 4 gün çalışıyor olsam da, geri kalan 3 günde meleğimi bu kadar yaşamamışım…

Nereden başlasam?

Öncelikle meleğim maalesef aşırı titiz. Alışık olduğu şeylerin dışında bir şey eline değdiği anda öncelikle 1-2 saniye bakıyor, bunu içten gelen bir irkilme takip ediyor ve en nihayetinde de çığlığı basıyor. İstediğiniz kadar anlatın o eline değen şeyin zararsız olduğunu…O kadar çok bağırıyor ve “böğürüyor” ki, sonunda kendi ruh ve kulak sağlığınız için talebi olan hijyeni sağlamak zorunda kalıyorsunuz. Tatilde bu durumun bolca örneklerini yaşadık:

Tüm anneler yapmış mıdır, bilemem. Ama benim en çok hayalini kurduğum, Enis Bora’nın kumla oynadığını seyredip, sonrasında kumlanan vücudunu denizde yıkamak ve biraz da oynamaktı. Ama gelin görün ki büyük bir hayal kırıklığı yaşadım. Minnoş, ayakları kuma değdiği gibi çığlığı bastı, nereye saldıracağını şaşırdı. Resmen yardım çığlıklarının satır aralarında  bana bir miktar sövdüğünü bile iddia edebilirim. Derhal kucağa alınan minnoş, kurulu oyuncak gibi çığlıklarını anında kesti ve bana 1-2 kötü bakış fırlattıktan sonra da yine etrafını incelemeye koyuldu.

Azimli anne olarak bu olaydan ders çıkarmak bir yana, kendisinin denizi çok seveceğinden emin olarak ileri bir hamle yaptım. Zaten minnoşum doğduğundan beri suyu çok sever. Bıraksanız saatlerce suda “çap çap çap” yapabilir…Ama o da ne! Korkunç bir çığlık ve gözyaşı. Bütün bunlar benim minnoşumdan geliyor olamaz değil mi? Su ve su sporlarına meraklı bir aileden, denizden korkan bir velet çıkmış olamaz değil mi? Ancak gerçekler sizin düşündüğünüzden çok farklı olabiliyor. Maalesef bu sahnenin kahramanı bizim boncuk. Üzüntü ve muz kabuğu…

Yine de yaşadıklarımdan ders almamış ve minnoşa yeni deneyimler yaşatmak üzere kolları sıvayan bendeniz soluğu çimenlerde aldık. Minnoşum incelemeyi seviyor ya, börtü böceklere bakar gibi bir hayalim vardı. Nitekim bütün bunlar da hayal olarak kaldı. Enis Bora’nın ayak parmak ucu çimene değdiği anda çığlığı bastı. Bu çığlığı büyük bir yaygara ve gözyaşı takip etti. Ben minnoşun alışacağını ümid ederek sabrederken, miniğim leylek gibi tek bacağının üstüne durup haykırışlarının dozajını arttırdı. Sonunda tek bacağına tüm ağılığını veren Bora’cığım tüysiklet kilosuna yenik düşüp, yere oturmak zorunda kaldı. Ancak bağırtıları o kadar çoğaldı ki, bu deneyden vazgeçip, miniğimi güvenli bir yere, anne kucağına davet ettim.

Peki tatilimiz böyle sonlandı mı diye soracak olursanız, mutlulukla kocaman bir hayır diyebilirim. Bir blogda okumuştum. Denizden korkan oğluna simit alan anne tatillerinin geri kalanında mutlu mesut denize girebilmiş. Aynı yöntemle Enis Bora da denize alıştı.Simide oturmayı uzun süre reddetti ama tatilin son günlerinde itiraz seviyesi en aza inmişti doğrusu. Simit içinde suya alışan minnoşu sonrasında ellerinden tutup yüzdürmek inanın çok keyifliydi. Üstelik inanmayacaksınız ama sadece bizim için değil, boncuğum için de:)




Uzun uğraşların ve terlik, bebe yağı şişesi, su şişesi gibi “oyuncakların” da yardımıyla Enis Bora kuma da alıştı. Tatilin bitmesine bir gün kala kendisi kumu tatmaya bile kalkıştı.

Çim olayını henüz aşamadık. Kim bilir belki çimler ayacıklarına batıyor. Belki de o kadar emek harcamadık apartman çocuğu miniğimin çimene alışmasına. Bir sonraki izin döneminde hedefimiz çimen:)

Son olarak tatilde Enis Bora’nın ilk defa yaptıklarına göz atarsak:
9 Temmuz Cumartesi; deniz ve kum ile tanışma ve nefret etme

10 Temmuz , yemeği görünce “mamma” deme

11 Temmuz Pazartesi, ilk defa lunaparka gidiş ve oyuncaklarla tanışma (Enis Bora'nın birşey anladığını sanmıyorum ama annesi çok eğlendi:))

11 Temmuz Pazartesi gecesi, Gelibolu’ndan Saros’a uzanan yolda otokoltuğu yerine anne kucağında kalmasına izin verilmesi (ilk ve umarım son’dur)

12 Temmuz Salı, denizde simit ile yüzerken (!) uyuyakalma


13 Temmuz Çarşamba, Enis Bora nane likörünü çok sevdi, dakikalarca yalandı ve daha çok vermiyoruz diye bize kızdı

14 Temmuz Perşembe merdivenlerin ilk 5 basamağını tek başına tırmanma (ne yazık ki, sonucu görebildik, nasıl yaptığını yani süreci yakalayamadık)

14 Temmuz Perşembe, neredeyse itiraz etmeden kuma oturma ve kumla oynama hatta kumun tadına bakma.

22 Haziran 2011 Çarşamba

Yer cücesinin yeni keşifleri…

Havalar nispeten güzelleşti, artık kat kat giyinmek zorunda değiliz. Bir de üzerine günler uzayınca bana bir enerji geldi ki sormayın!Bebek gelişimini destekleyen en önemli konuların başında, bol bol konuşmanın, etrafta olan biteni anlatmanın geldiğini her yerde okuyor ve duyuyoruz. Hele de bebeğiniz Enis Bora gibi oyuncaklarla ilgilenmek yerine etrafını süzmeyi, incelemeyi tercih eden bebekse işler biraz daha kolaylaşıyor sanki…

Geçtiğimiz 2 hafta boyunca neler mi yaptık? Haydi bir anımsayalım ve kayda alalım…

1. Aktivitemiz: Enis Bora Pamuk ile tanışıyor

Öncelikle meleğimizi Pamuk ile tanıştırdık. Pamuk, Gürkanların emektar kedisi. 14 yaşındaki bu sevimli Ankara kedisi gençliğinde pek aktifmiş, şimdilerde ise günün tadını uzandığı yerden izleyerek çıkarıyor. Kendisinin sevdiği ve sevmediği insanlar var ve duygularını çok net belli ediyor. Eğer sizi sevmediyse asla yanınıza gelmez. Sevdiyse gelir bir koklar gider. Eğer çok sevdiyse sürünür ve ayağınızın dibine yatar kısa süreli de olsa. Beni mi? Sanırım seviyor. Sanırım diyorum çünkü bazen hiç oralı olmuyor ama bazen de gelip beni kokluyor, bana sürünüyor:) Enis Bora’yı mı? Bebekliğinden beri kokluyor sonra da onu rahat bırakıyor. Sanırım minik bir insan yavrusu olduğunu farkında…

Pamuk, Enis Bora’yı bebekliğinden beri farkında ama aynı durum Enis Bora için geçerli değildi. Biz de artık Enis Bora’nın da ”miyaw’ lar ile tanışma vaktidir” dedik. Her ne kadar Bora’cık biraz çekinse de genel olarak Pamuk’u sevdi sanırım. Nereden öğrendiğini hiç anlamadığım bir şekilde meleğim Pamuk’un kendisine fazla yaklaştığını düşündüğü anlarda kendisini geri çekti ama suratında hep bir gülücük ve mimiklerinde hep bir heyecan vardı.  En azından Koko’ya oranla Pamuk’a daha çok ilgi gösterdiği kesin…

2. Aktivitemiz: Enis Bora, parkı keşfediyor

Diğer bir aktivitemiz, minnoşu sitedeki parka götürmekti. Aslında akşamüstleri bir süredir kendisi ile minik parkı 1500 defa turluyoruz. Hedefim, minnoşun park gezintisi esnasında 10-15 dakika şekerleme yapmasını sağlamak ki, akşam biraz daha bizimle vakit geçirebilsin. Ancak o gün baktım ki meleğim parkta koşturan çocuklara uykudan daha çok prim veriyor, kendisinin de “oyuncaklarla tanışma zamanı gelmiştir” dedim.


Önce yaylı bir köpek balığının üzerinde oturdu, tabii yaylanmayı bilemeden. Yaptığı tek şey, resimden de anlaşılacağı üzere diğer çocukları incelemekti:)


Sonrasında da  ilk kaydırak deneyimimizi yaşadık. Tabii meleğimizi yakından tanıyan herkesin tahmin edeceği üzere; kaydırağın tepesine oturtup, ha kaydı ha kayacak diye beklediğimiz minnoş, diğer oyuncaklardaki kız çocuklarına gülücük atmak sureti ile bizi 15 dakika asker etti. Sonunda bir minik el hareketiyle kendisini kaydırtmak zorunda kaldık. Ağlamadığına göre sevdi diye düşündük. Ama kızlara caka satmak için de ağlamamış olabilir pek tabii ki…



3. Aktivitemiz: Enis Bora nihayet arabasını sürebildi

Son aktivitemiz, modern yürüteçler ile ilgili deneyimimiz oldu. Ata ve Ateş kardeşlerden minnoşa my first car adı verilen yürümeye yardımcı bir ürün gelmişti. Evdeki herkes, lokuma bu aleti kullanmasını öğretmek için seferber oldu. Ama gelin görün ki minnoş yer cücesi lakabına yaraşır şekilde hep yerde sürünmeyi tercih etti. Sadece birkaç defa arabaya tutunup ayağa kalktı ama arabayı iterek yürütmeyi hiç başaramadık. Taa ki, Ata ve Ateş kardeşler bizi pazar akşamı ziyaret edene kadar. 4 yaşındaki ikizler uzun süre salonun ortasında bu bebek oyuncağı ile alay edercesine (!) gezinirken, bizim boncuk da kurulduğu mama sandalyesinin tepesinden arogant bir şekilde onları süzdü, süzdü, süzdü. Ne oldu dersiniz? Pazartesi sabahı salonda yer cücesi arabasını sürüyordu bile…Başarmanın verdiği haz da yüzünden okunuyordu pek tabii ki… Ya da bizim yüzümüzde miydi acaba o ifade acaba? :)

Demek ki neymiş?! Bu miniklere eğer birşey öğretmek istiyorsanız, boyu boyuna, yaşı yaşına uygun abla/abiler seçmeliymişiz:)

Not: Farkettiniz mi bu yazıda oğluma ne çok lakap kullanmışım;melek, lokum, yer cücesi, minnoş, boncuk…Kendisine de bu isimlerle hitap ettiğim için ismini bir türlü öğrenemeyecek korkarım.

15 Haziran 2011 Çarşamba

Uyku Pozisyonumuz

Bugünkü konumuz uyku. Bloğumuzu takip edenler bilir, Enis Bora uyku konusunda çeşitli aşamalardan geçti.
İlk günden beri onu hiç sallamadım, pışpışlamadım daha önce de yazdığım gibi. Dönmeyi öğrendiğinde çok zorlanmıştık yine kendi kendine uyumayı başarsın diye. Başarmıştık da doğrusu…

Zorlayıcı ikinci etap, Enis Bora’nın ayağa kalkmayı öğrendiği döneme denk gelmişti. Biz yatırırdık, o kalkardı. İnanın biz yorulurduk yatırmaktan o bıkmazdı ayağa kalkmaktan…Aylar boyunca kendi kendine uyuması mümkün olmadığından, dans etmeler,  sırt sıvazlamalar en büyük yardımcımız olmuştu. Taa ki ben çocuğumu kendi kendine uyumayı öğrenemeyeceği endişesine kapılana dek. Neyseki bu dönemde de VakVak hayatımızı kurtardı.

Minnoşum yattığı yerden kendi kendine kalkmayı becerebildiğine ikna olmuş olmalı ki, yine son 2-3 haftadır bizi fiziksel olarak pek zorlamıyor. Ama terk edilme korkusundan mıdır nedir bilinmez, uyuyana dek yanından ayrılmamıza izin vermiyor maalesef. Uykuya dalması da bazen 30 dakika hatta 50 dakika sürebiliyor. Ya Gürkan ya ben, bazen de dönüşümlü meleğin yanında oturup duruyoruz. İtiraf edeyim bazen onun uyumasını beklerken benim içim geçiyor:)

Sanırım pek çok bebeğin-çocuğun da yaptığı gibi, meleğim örtüyü üstüne 
örtmek yerine altına almayı tercih ediyor. Hadi bunu normal karşılıyorum da şu uyuma pozuna bakar mısınız! Aslında yüzükoyun bir yatış ama bir ayağın üstüne basmak suretiyle hafif yan bir duruş sergiliyor. Doğrusu bana hiç konforlu gelmiyor, ama kendisi hep böyle uyuyor …

Son bir not daha, meleğim yaklaşık bir aydır geceleri sadece bir kere  mıkırdıyor, onun dışında   sabaha kadar uyuyor.


Sayende gün içinde esneme sayılarımız çok düştü tontonum, teşekkür ederiz.
Annen & Baban

6 Haziran 2011 Pazartesi

Çapkın Enis Bora

Bilenler bilir, daha ilk aydan babası Enis Bora için bir şarkı yazmıştı:
İşte geldim burdayım,
Çapkın Enis Bora’yım.
Kızlar beni çok sever,
Çünkü çok hovardayım.”
Babası bu şarkıyı bestelerken, başına gelecekler içine mi doğmuştu, ya da minnoş şarkının sözlerinden çok mu etkilendi hiç bilmiyorum ama bomba üzerine bombanın patladığı bir Pazar günü yaşadık.

İlk flörtümüz,  20-25 yaşlarında, siyah upuzun saçlarını atkuyruğu şeklinde bağlamış, uçuk sarı bol dekolteli bir elbise giymiş, havalı ve güzel bir “abla” ile gerçekleşti.  Abla, sevgilisi ve bir çift arkadaşıyla Enis Bora’nın görüş alanına girdiği andan itibaren, minnoş gözlerini ayırmadan ablayı süzmeye ve arada bir gülücük atmaya başladı. Ne şaklabanlık yaparsak yapalım, ilgisini ve dikkatini çekemedik meleğimin.

Neden sonra, abla da meleğimin bakışlarından etkilenmiş(!) olacak ki, gelip sevgi gösterisinde bulundu. İşte olanlar o anda oldu… Meleğim ablanın parmaklarına yapıştı ve bırakmadı. Hatta bir ara abla doğrulmaya çalıştığında, koluna asılıp, ablayı kendine doğru çekti ve  “dur, gitme” bakışı fırlattı.

Bu durumdan abla çok keyif alsa da, ablanın sevgilisi bir süre sonra gerilip (!) oğluma dikkatli olmasına dair söylemlerde bulunmaya başladı. Böylece meleğim daha 10 aylıkken bir kız için kavgaya tutuştu ve ilk yenilgisini almış oldu:)

Bu sahneler 10-15 dakika boyunca aktı gitti, bizlerin ise tek yapabildiği gülmekten yıkılmaktı. Keşke videoya alabilseydik diye sonradan çok hayıflandık…

Günün ikinci flörtünün yaşı, meleğime çok daha yakındı. Bir anda meleğimin karşısına 19 aylık başka bir melek çıktı. Gördüğüm en güzel kız bebeklerden biri idi… Lüle lüle saçlar, açık mavi kocaman gözler… Belli ki bu melek anne ve anneannesi ile hava almaya çıkmış. Ancak Enis Bora’yı pusetinde görünce “bebek bebek” diye koşarak yanımıza geldi. Anneannesinin minik hanımefendiyi hafifçe kaldırarak Bora’cığın hizasına getirmesiyle olanlar oldu, kızla oğlum dudaktan dudağa öpüştüler… Hem de iki defa…İnanamadık, hep beraber şoka girdik, gülsek mi ağlasak mı bilemedik! O heyecanla yine pek bir görüntü yakalayamadık tabii…

                  

 1. Adım: İtina ile birbirine yaklaşılır…

                             
  2. Adım: Bu sahneden sonra gözlerinizi kapatınız:)


Günün sonunda, arkadaşlarımızın eşleri Enis Bora’yı da alıp Nişantaşı turu atmaya karar verdiler. Oğlumu kullanıp, çevredeki çıtırlara bakacaklarmış!

Ayol kızlar sizi ne yapsın, Enis Bora’m varken:)

9. ve 10. ay Kontrolleri

4 Haziran Cumartesi, saat 10.10’da son 7 haftanın bilançosu için yine doktorun karşısındayız. Bir miktar heyecan var tabii, kilo almış mı, boyu uzamış mı, yeni tadlar deneyebilecek miyiz gibi bir sürü soru var kafamızda. Peki, kefir mi daha faydalı, yoğurt mu? Güneşe çıkarken kaç koruma fakörü sürmeliyiz?
Bizden 2-3 ay büyük bebeklerin annelerinden, ek besinler için tüyolar alıyordum zaten. Böylece nohut,  makarna gibi kilo aldırıcı besinlere başlamıştık. Ayrıca son haftalarda pirzola da deniyoruz. Pirzola, minnoşun ilk defa tadıp da itirazsız yediği tek besin olarak tarihe geçmek üzere. Hafta içi de eline verdiğim eriği, ilk lokmada irkilmesine rağmen, minik elleriyle tutup, çevire çevire yemesi çok lokumdu gerçekten de.
Sonuca gelelim;
  • Minnoş hareketliliğine rağmen rekor kg alımı ile gözlerimizi yaşarttı; 7 haftada 680 gr almış. Bu kilo alımında hergün bir çırpıda bitirdiği muzun etkisi ve katkısı büyük sanırım.
  • Boyumuz 2,5 cm uzayarak 74,5 olmuş. Hala boyumuz 75%’lik dilimde. Sevindirici
  • Kuzucan biraz nezle olmuş, hafif bezeleri şişmiş, sol kulağının içinde de kızarıklık-tıkanıklık varmış. Doktorumuz gene ilaç verdi.
Özetle minnoş gayet iyi ve genel olarak sağlıklı. Yaz ayları geldiği halde Devit’e devam edecekmişiz. Yoğurt yiyorsa, illa da kefir içmesine gerek yokmuş. Eğer kefir vereceksek, muhakkak süzmeliymişiz. 1 yaşından küçük bebişlerimize koruyucu sürmemeliymişiz, kafasında şapka limitli güneşe çıkarmalıymışız. Farklı meyveler tattırmak iyiymiş ama çilek vermeyecekmişiz.


Pırasa ile ilk tanışmamız,
yüzümüzü buruşturmamız ondandır…

30 Mayıs 2011 Pazartesi

Resimlerle Mayıs Ayı

Bakalım Meleğim, Mayıs ayını nasıl geçirmiş?


14 Mayıs 2011, Süren Malikanesi

Meleğim,  14 Mayıs cumartesi günü, kendisinden sadece 8 gün küçük Mehmet ile salonda çılgınlar gibi "tamtam" yaparken...Şükür ki, gün sorunsuz bitti, herkesin halen iki gözü, kulağı, eli ve ayağı var. Kimsenin bir yeri morarmadı ve kanamadı. İnsan başka ne ister?



15 Mayıs 2011,  Meltem'in sevgi dolu kucağında

Bu fotoğrafa yorum yapmaya gerek var mı? başta anneannesi olmak üzere herkesi yadırgayan oğlum, Meltem'in kollarındaki huzur, güven, sıcaklık bulmuş görünüyor. 2 yıl önce Mert'ine kavuşan Meltem'i hepimiz çok seviyoruz.


21 Mayıs 2011, Salonumuzda

Siz bakmayın bu masum oturuşa, seri çekime bağladığınızda fotoğraf makinenizde, bir an kadraja yansıyor böyle durgunluk hali...


22 Mayıs 2011, sabah saatleri

En sevdiğimiz oyun salon sehpasının altında dolaşmak, bir sağdan girmek sahpanın altına, bir soldan, bir ortadan. Hele bir de "ce eeee" oynayan varsa, değmeyin keyfimize...

29 Mayıs 2011, yeni İKEA mama sandalyesinde

Önce alırız elimize etrafta ne varsa; dergi, gazete, telefon, uzaktan kumanda... Bir süre çeviririz elimizde milyom defa, arada tadına da bakarız muhakkak. Sonra da atarız yere. Bakalım nasıl bir ses çıkacak diye. Sonra mı? Sonra bakarız ardından melül melül...

25 Mayıs 2011 Çarşamba

Meleğim'e Mektup

25 Mayıs 2011, Çarşamba

Sen uyurken yavaşça gelip, okşadım saçlarını. Kısa bir an seyrettim seni, izledim nefesini. Usulca kaldırdım yatağından seni. Sütünü içerken kim bilir neler geçiyor aklından? Belki de sadece sütün keyfine varıyorsundur. Ben ise o dakikalar boyu, seni uyandırmadan seviyorum. İnatçı saçlarını çekiyorum gözlerinin üzerinden. Biliyorum halbuki bir işe yaramayacak bu davranışım. Ben ne kadar kenara doğru çekersem çekeyim, saçların gene gözünün içine doğru hamle yapıyorlar…

Sütün bittiğini, gerinmenden anlıyorum. Artık o andan itibaren sıcak yatağına yatmak istediğini bildiriyorsun bana. Eğer biraz daha kucağımda kalırsan, çığlığı basacağını biliyorum ayların tecrübesiyle. Ama sen de beni anla be kuzucuk, biraz daha hissetmek istiyorum senin sıcaklığını…

Saat sabahın 6’sı. Doğduğun günden beri ilk defa beni göremeyeceksin sabah uyandığında. Bu da yetmezmiş gibi öğlen de gelemeyeceğim yavrum. Akşam geldiğimde ise kuvvetle muhtemel uyumuş olacaksın. İlk defa senden bu kadar süre ile ayrı kalacağım. Tam 17 saat boyu ayrı kalacağız. Bu ilk ayrılık denememizi başarıyla atlatabilecek miyiz? Özellikle ben duygusal olarak bugünü nasıl atlatacağım?

Seni seviyorum meleğim, nerede olursam olayım…

12 Mayıs 2011 Perşembe

8. ay kontrolümüz

Hani bu doktor muayeneleri azalacaktı? İlk 6 ay her ay gidilecekti ama sonrasında 2 ayda bire düşecekti. Doktorumuzun pinpirikli yaklaşımından mıdır nedir, her ay düzenli çağrılıyoruz. O çağırıyor da ben çaktırmadan randevü aralarını 45 güne çıkardım. Neden mi? Her seferinde kilo ile ilgili ölçümlerde geriliyorum. Belki ilave 15 gün 50 gr fark yaratır diye ümid ediyorum.

Her muayene öncesi, kendi kendimle konuşuyor ve telkinde bulunuyorum:,
    • Görünen köy kılavuz istemez, düşük kilolu bir çocuk bu! Hiç heveslenme sana ağır geliyor diye, durumu kabul et!
    • 1 gün içinde yemesi gerekeni ancak 1,5 günde bitirebiliyor.
    • Zaten sen de böyleymişsin, hiç yemezmişsin. Ancak üniversitede kilo almışsın, armut da haliyle dibine düşecek...
Peki bana söyler misiniz, muayene odasına girdiğimde iç-sesim nereye kayboluyor? Kim susturuyor onu??? Peki iç-sesim susarken, kalp atışım yan odadan duyulmasına ne diyeceksiniz?. O sihirli an geldiğinde yani oğlum çırılçıplak tartının üstüne oturduğunda, kalp atışlarım öyle hızlanıyor ki tarifi imkansız. Ekranda görünen rakama kilitleniyorum. Sonra da hemen hesap yapıyorum. Bir önceki muayenedeki sonuca göre fark ne kadar olmuş? Sonra da bir hüzün çöküyor gene...Fark 200-300 gr. arasında değişiyor. Tüysiklet oğlum hiç kilo alamamış oluyor her zamanki gibi.

Annesi gibi puzzle'cı
olacak sanırım
 8. ay kontrolümüzde farklı davranacağıma söz verdim. Oğlumun bekleme salonunda oyuncakları artık farkedip oynamaya başlamasını izledim şaşkınlıkla. Daha önceki dönemlerde oyuncaklara sadece bakardı ama pek ilgisini çekmezdi doğrusu...

Çok beklemeden adımızı duydum ve gene bir sıcak basması hissettim yüzümde. Doktorumuz içeri girer girmez heyecanla ve gerginlikle başladım motor gibi konuşmaya:

"Bana az kilo almış demeyin lütfen. Şunu bunu yedirin de demeyin. Yemiyor bu çocuk. Bildiğim/bilmediğim her yolu denedim. Sonuca ulaşamadım. Artık pes ettim..."
Aslında daha da konuşacaktım ki, doktorumuz gülümseyerek lafa girdi: Hastalanmıyorsa sorun yok!
Sanırım kendisinden böyle bir yorum beklemediğim için, bu sözlerin üzerine nasıl rahatladığımı tarif edemem. Ne var yani, Enis Bora'nın kilosu 25%'lik dilimde ise. Yani 100 çocuğun kilosunu ölçseler en zayıflar arasında 25. ancak olabiliyoruz...Önemli olan sağlık değil mi?

Muayenede ilave test istenmeyip, motor ve fiziksel gelişimi ile ilgili de herşeyin ayına göre uygun olduğunu öğrenince, günü bağdat caddesi'ndeki bir café'de şarap ile tamamladım. Sonra mı ne oldu? şarap sonrası anne sütü alan meleğim 2,5 saat uyudu, biz de onu seyrederek uyanmasını bekledik bir başka café'de.

Hayat Kurtaran VakVak

Doğduğu günden beri bebeğimi sallamadan, pışpışlamadan uyuttum. Bazı geceler saatlerce bekledim başında uykuya dalması için. Ağladı, sızladı ama ben gene de sallamadım, pışpışlamadım. Çok defa elim gitti beşiğe, kucağıma alıp iki pışpış yapsam uykular alemine dalacaktı meleğim. Ama inat ettim, yapmadım.

Böylece meleğim kendi kendine uyumayı öğrendi. Ya da bize öyle geldi. Aslında aylarca rahat ettik çok. Akşam yatağına koyuyorduk, uykuya dalana kadar yatağında kendi kendine zaman geçiriyordu, bazen elini emdi, bazen kendi kendine ses denemeleri yaptı. Ama hep kendi kendine uyudu.

Ne olduysa dönmeyi öğrendiğinde oldu. Minnoşu yatağa yatırır yatırmaz, ne kadar uykusu olursa olsun tüm enerjisini dönmeye vermeye başladı. Çılgın gibi heryöne bitmez tükenmez bir enerji ile dönen minnoşum, yorgunluktan bayılma noktasına gelse dahi dönme faaliyetinden feragat etmiyordu. Neden sonra yorgunluk ağır bastığı ve bir türlü uykuya dalamadığı için çığlık çığlığa bizi yanına çağırıyordu.

Neyse ki bir zaman sonra dönmeyi çok iyi yapabildiğini anlamış olacak ki, yine yatağa koyduğumuzda kendi kendine uyumaya başladı. Biz de rahat bir nefes aldık.

Ama aldığımız bu nefes uzun soluklu olmadı. Minnoşum ayağa kalkmayı öğrendiğinden beri kabus geri döndü. Artık ne zaman yatağına koysak, muhakkak ayağa kalkmaya çalışıyordu. Dönmeyi öğrendiği dönemi anımsayıp, bunun geçici bir süre olduğunda hem fikir olduk.

Neredeyse 2 ay geçmesine rağmen ayağa kalkma hevesi dinmeyen ve dolayısıyla uykuya dalamayan minnoşu uyutmanın tek yolu, odayı iyice karartıp, müzik eşliğinde dans etmek oldu. Herşeye çabuk alışan Enis Bora, artık bu yöntemin dışında uyumaz olmuştu ve benim de iyice moralim bozulmuştu. Aylarca sallamamak için çaba göstermiştim, şimdi tüm çabalarımın sonucu kucakta uyuyan bir bebek mi olmalıydı?

Arada bir farklı tekniklerle uyutma çabalarım da sonuçsuz kaldı ve kendimi iyice çaresiz hissetmeye başladım. Biliyorum 10 yaşına gelmiş ve hala pışpışlanan çocuk yoktur ama daha 10 yaşına çok var öyle değil mi???

Neyse ki imdadıma eşim yetişti. Önce geceleri oğlumuzu sakinleştirip yatağına koyarak ve kendisi de yakındaki bir sandalyeye oturup ninni söyleyerek işe başladı. Ortalama 40-50 dakikada oğlumuz uykuya dalmayı başardı. Uykuya dalma süreci boyunca minnoş binlerce kez kalkıp babasının orada olup olmadığını kontrol etti ama vıyaklamaları azaldı.

Bu gelişme bizi mutlu etti etmesine ama oğlumuz uyumak için hala bizi asker ediyordu. Taa ki minnoşu birgün anneannesi uyutmak zorunda kalıncaya dek sistem aynı şekilde akıp gitti. O akşam annem Enis Bora'yı yatırırken yanına VakVak'ını da koymuş. Ve o anda bir mucize gerçekleşmiş. Enis Bora VakVak'a sarılıp kendi kendine uyumayı başarmış, anneannesini hiç üzmemiş.

O günden beri VakVak, Enis Bora'nın uyku arkadaşı oldu. Sürekli sarılmalar, üstüne atlamalar, cilveler...Meğerse miniğimin uyumak için yatağında bir objesinin olmasına ihtiyacı varmış.
Şimdilik uyku cephesinden havedisler böyle.

Bakalım Vakvak ile uykuya dalma ne kadar süre devam edecek?!

Yeni bir uyku macerasında buluşmak üzere...

Ada fatihi

Günlerden 29 Nisan 2011, güzergah Heybeliada. Yükümüz ağır: Enis Bora'nın puseti, stoktan yanımızda getirdiğimiz sütlerin bozulmaması için izole çantamız, içi tıka basa dolu bir bavul, bir sırt çantası büyüklüğünde fotoğraf makinesi çantası, meleğim için temiz bir çarşaf ve pikenin bulunduğu torba... Çok kalabalık bir tablo geldi gözünüzün önüne değil mi? İnanın gidene kadar biz de bir hayli yorulduk.

2 günlük ada maceramız çok keyifliydi. Sadece ben söylemiyorum, bakın resim de beni onaylayacaktır:)  


Hava gayet güzel güneşliydi, ailecek yüzümüze renk geldi. Balıklar enfesti, ama gelen hesaplar o kadar şahane değildi. Güzel bir hovardalık oldu. Miniğimin maceralarına bakacak olursak:

  • Otelin Koko isimli gri renkli papağanı tüm uğraşlarına rağmen ilk gün oğlumun ilgisini çekmeyi başaramadı. Papağandan ses geldikçe oğlum ya bana ya babasına baktı. Sanırım, bizim gibi görünen varlıkların dışındaki herhangi bir varlıktan ses ve kelime çıkacağına ihtimal vermedi. İkinci günün sabahı artık tuhaf görünümlü varlıklardan da kelimeler duyabileceğine alıştı sanırım. Sonrasında da melegim bir  bülbül kesildi. Koko ile karşılıklı çığlık atma ve değişik ses çıkarma yarışına girdiler.
  • Adadaki ilk günümüzde akşamüstü balık keyfimize tabii ki adanın kedileri de eşlikçi oldu. Kedi sever ailesi olarak balık kafalarını kediler ile paylaşma iyiniyetimiz, kedilerin birbiriyle ekmek kavgasına girmesine neden oldu. Uzun süre kedileri inceleyen minnoş, kavga ettiklerini anlayınca, çığlığı bastı ve ağlama krizine girdi. Pek duygusal olacak galiba kendileri.

  • İlk gün akşamüstü otelin bahçesinden günbatışını seyrediyoruz. Elimizde şarap   kadehleri ve ben bir yandan oğlanın uyuması için aylardır karşı çıktığım şeyi yapıp, pusetini sallıyorum. Ama Enis Bora uykuyu tercih etmek yerine havadaki martılar ile arkadaş olmaya karar verdi sanırım. Attığı çığlıkların ne anlama geldiğini anlayamayan ve korkan martılar resimden de görebileceğiniz gibi anında dağıldılar.
Kocaman, geniş yatağına alışmış olan meleğim, küçücük park yatağını görünce şaşırmaktan uyuyamadı. 50-60 kere yatır kaldır yaptıktan sonra, kendi yatağımıza aldık, uyur ümidiyle. Durumdan çok memnun olan Enis Bora, bir bana bir babasına sarılmaktan yine uykuya dalamadı. Sonunda kendisini pusetine koyup, uyuttuk. Sonrasını hiiiiç anımsamıyoruz:) Korkmayın korkmayın, uykuya dalar dalmaz minnoşu yine park yatağına yerleştirdim. Pusette tüm gece uyumasına asla izin vermezdim zaten.

Genel olarak çok keyifli geçirdiğimiz bu iki günlük tatil, sonraki tecrübelerimiz için bir ışık tutacaktır sanırım.

18 Nisan 2011 Pazartesi

Havanın keyfini çıkarmak

Sosyal paylaşım sitelerinde bugünkü başlığım: "havanın keyfini çıkarıyoruz". Hava nasıl mı? Bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyor, gri renkte, güneşten hiç haber yok, bayağı da serin.

Günler öncesinden plan yapmıştık. Doruk bebek ve annesi ile Emirgan'a lale bahçelerine gidecektik. Miniklere renk renk çiçekleri gösterecek, biraz fotoğraf çekecektik. Sonrasında belki de bir café'de oturup çay eşliğinde son gelişmelerden bahsedecektik birbirimize.

Program ne kadar cazip de olsa, ani bir kararla evde miniğimle başbaşa kalmayı tercih ettim.
Saatler boyu meleğimle oynadık, sarıldık, öpüştük doya doya. Birbirimizi ısırdık, gıdıkladık. En çok da güldük, güldük, güldük. Deliler gibi, çılgınlar gibi. Ben oğlumun kahkahalarına güldüm, oğlum da benim kahkahalarıma. O minik boyu ama bitmeyen enerjisi ile bana kafa tuttu, yorulmak nedir bilmeden üstüme tırmandı, boynuma sarıldı.

Tüm gün miniğimi yaşadım ben. Çocuğu olan bilir, o minik kolunu nasıl boynunuza sardığını, minik eliyle size tutunmaya çalıştığını. Hele bir de kafasını yasladı mı göğsünüze, dünyalar sizin olur, hiç bitmesin o an istersiniz. O şekilde günlerce durabileceğinizi düşünürsünüz.

İşte tam da bunları yaşadık oğlumla bugün doya doya. O kadar sevgi doluydu ki bugün...İçimde hissettim Boramı sonsuz, sorgusuz, eksiksiz, katıksız bir sevgi ve coşkuyla.

Sabah yine bir koşturma bekliyor beni, pek çok kişi gibi. Yeni bir iş günü, uzayıp giden yapılacaklar listesi. Ama yarın benim için çok farklı olacak biliyorum çünkü içimdeki bu coşkuyla başlayacağım güne...
İster yağmur çamur, ister fırtına, ister parlayan güneş olsun, havanın keyfini çıkarmak ümidiyle...

Oyuncular:Çınar, Enis Bora, Batu Kaan

Hiç bir anı izlerken, kendinizi film seyreder gibi hissettiniz mi? Sanki oradasınız, ama değilsiniz de. O anda yaşananlar aslında sizin hayatınız ama sanki ilk defa izlediğiniz bir filmden kareler...

Aslında tanışmamız geç oldu. 8 sene aynı lisede okuyup, mezuniyeti kutlamak için gittiğimiz tatilde kaynaştık bir daha da ayrılmadık. Zaman zaman mesafeler girdi araya ama hiç gerçekten de ayrılmadık birbirimizden. Önce okullar bitti, iş telaşı ve ardından evlilik yaşantıları derken, sıra ile hayatlarımızın anlamları katıldı aramıza.

Çınar bugün 3 yaşını geçti. İlk gözağrımız. Hep çok uslu bir bebekti. Nereye gitsek bizimle geldi, hiç sorun çıkarmadı. İmrenerek bakardık Çınar'a. Benim için o zamanlarda bebek fikri çok uzaktı.

Enis Bora 8 ay önce dünyaya merhaba dedi. İlk ayında hep açtı, o istediğinde emzirmezsen, tüm apartmanı inletirdi. Eyvah çok obur olacak dedim. Bugün geldiğimiz nokta ise çok farklı. Bir ümitle belki bir kaşık daha yer diye binbir şaklabanlık yapıyoruz. Ancak yine de hakkını vermeliyim, genelde uslu bir bebek.

5 hafta önce ise Batu Kaan hayatımıza girdi. Şimdilik yeni hayatına alışmaya çalışıyor. Merak ediyoruz hepimiz, bakalık o nasıl bir bebek olacak. Zaman gösterecek bunu da.

Dün Çınar'ın ev sahipliğinde buluştuk. 3 bebek-çocuk 6 ebeveyn. Film seti biz gelmeden kurulmuştu. Senaryo gereği evdeki tüm popüler oyuncaklar salonun, pardon setin ortasında yerlerini almışlardı; araba, tren yolu, emekleme arkadaşı Fred... Enis Bora da settiki rolünü alınca bizlere sadece izlemek kaldı:
  • İtinayla önce karşındakine saldır ve saçını çek!
  • Saçına ulaşamazsan, yüzüne doğru hamle yap ve hatta mümkünse çiz!
  • Tren raylarını sök, tadına bak, sonra da ses çıkarmak için vur! Sen bir bebeksin o nedenle nereye istersen vur; yere, karşındakinin kafasına, dizine. Elin nereye yetişirse.
  • Bunlar da yetmedi mi? O zaman Çınar'ın üstüne saldırıp atçılık da oynayabilirsin! Ama unutma, o da 3 yaşında bir çocuk. Bu girişim biraz fazla iddialı oldu, ne dersin?
Ne kadar süre boyunca biz 6 yetişkin bu oyunu izledik bilmiyorum. Filmin başarısında en büyük pay Çınar'ındı. Kendisine sürekli saldıran Enis Bora'ya hiç ters davranmadı. Sana kocaman bir alkış Çınar'cım.
Üçünüz de iyi ki varsınız, hayatımıza girmişsiniz tontonlar.

Sizi seviyoruz.

Banu&Barış; Buket&Gürkan; Yeşim&Cenk

16 Nisan 2011 Cumartesi

Süt bitince

10 Nisan akşamı herşey gayet standarttı . Geceyarısı meleğimin bağırışıyla uyandım. Yarı uykulu gözler ile dar telaş odasına hamle yaptım. Onu fazla ağlatmadan emzirirsem, uykuya kaldığı yerden devam edeceğini biliyorum artık.

Ancak standart dışı bir gelişme var sanki. Meleğim uğraşıyor, uğraşıyor, uğraşıyor. Ama muslukta süt kalmamış. Bir anda telaşlanıyorum. Nasıl olabilir diye?! Hemen hesap yapıyorum, ne zaman en son emzirmiştim? 3 saatten fazla oldu! Hemen meleğimin yönünü değiştiriyorum. Diğer tarafı sorguluyor. Benzer tablo orada da geçerli. Nasıl olur nasıl???

Uğraşmaktan yorulan ve sinirlenen meleğim neyseki kendini uykuya veriyor, ben ise büyük bir hayalkırıklığı ile yatağıma dönüyorum.

Hep söylemişlerdi, ne olduğunu anlamadan bitiveriyor diye. Bende de öyle oldu. Halbuki ilk aylarımızı anımsıyorum. Nasıl bol bol süt vardı. İyi ki o dönemde üşenmemiş; geceleri, gündüzleri fazla sütü sağmıştım.
Minnoş, artık 8 aylık. Kendini kurtardı gözüyle bakıyorum. Piyasada bir sürü devam sütü var. Ama tüm bunlara rağmen içim bir türlü ferahlamıyor.

Ne yazık ki pazartesi sabahı ve gün içinde de üretimim çok çok az, yok denecek kadar.

Bu gelişmeyi akla büründürmeye çalışıyorum gün boyu.  Bora’nın 6 ay sadece anne sütü ile beslendiğini, sonrasında da sebzeden çok emdiğini, artık süt olmasa da ölümcül olmadığını söylüyorum kendi kendime. Ama bu söylediklerime kendim de o kadar inanmıyorum galiba. Kendimi nedense eksik, görevimi layıkıyla yapamamış hissediyorum. Emzirme esnasında yaşadığım o muhteşem duyguları bir daha yaşayamacağım için üzülüyorum. Oğlumla uzun uzun göz göze olmayı, eline dokunmayı, beni okşamasını…Bunların hepsini tabii ki emzirme anlarının dışında da yapmamız mümkün. Ama yine de üzülüyorum işte, elimde değil.

Neyseki bu hikayenin sonu mutlu bitiyor sevgili blog okuyucusu:) Doktorum kesinlikle devam sütü vermememi söyledikten sonra bir mide ilacı öneriyor. İlacın yan etkisi “süt yapması.” Önce tereddüt ediyorum ama oğlumun emmeye çalıştıkça istediği miktarda süt gelmemesine nasıl sinirlendiğini görünce başlıyorum ilaca. Şanslıyım, ilaç hemen etki gösteriyor.

Süt miktarı oğlumu tatmin eder miktara gelince bana verdiği o gülümsemeyi unutmam mümkün mü? Bol sütlü günler tüm anne ve kuzularına...

14 Nisan 2011 Perşembe

İz bırakan 2 cümle!

Geçen sene bu zamanlar bir akşam işçıkışı, ofisten bir arkadaş ile Ortaköy'deki bir cafe'de oturmuş Alman misafirimizi bekliyoruz. Akşam serinliği insanı üşütmeyecek ama dinç tutatcak cinsten. İş arkadaşım genel olarak pek konuşkan değildir. Ağzından ya kerpetenle laf alırsınız ya da bir mimik ya da jest ile geçiştirir. Ortam hafiften gergin. Konuşmak istiyorum ama alamayacağım yanıttan korkuyorum. Sağa-sola ve önümde duran bardağa bakarak zamanın en azından benim için geçmeyeceği de aşikar.

O an aklıma geliyor ve kendimi sorarken buluyorum: "Çocuk sahibi olmak nasıl bir şey?"  Bu soru, o ara 4-5 aylık hamile olduğum için mi yoksa sadece konu açmak için mi ağzımdan çıktı hiç bilmiyorum. Cevabını o an için gerçekten merak ettiğimi bile sanmıyorum aslında.

Cevap ışık hızıyla geliyor: "Onun için öl deseler, biran tereddüt etmezsin." Cümleyi duydum, ama algılamam birkaç saniyemi aldı. Ama gerçekten algıladım mı bu cümleyi? Altında yatan anlamları? Cevabını bugün verebiliyorum: HAYIR!

Sanırım o akşam, hiç beklemediğim birinden böyle bir cümle gelmesinden etkilendim. Ama gerçekten içimde hissetmemişim. Geçen hafta aynı arkadaşımla sohbet ederken bu anı hatırladık. Bu sefer aynı cümleyi duyunca içimden haykırdım: Evet, aynen böyle, biran için tereddüt etmezsin! Düşünmezsin bile! Ne gerekiyorsa yaparsın. O varlığın kılına zarar gelecek olsa, tehlikenin karşısında kurt olmayacak anne-baba var mıdır? Yoktur!

~ ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~

Defne J.'u ilk zamanlarından beri izlerdim. Çok enerjik ve sempatik bulurdum. Böyle kişiler bana hep canlılık vermiştir, motive etmiştir. Televizyon kanallarında gezinirken ne zaman onu görsem, her seferinde bir süre o programı izlemişimdir, illaki de bir gülümseme oturmuştur yüzüme...

Ani ölümü seveni sevmeyeni herkesi şok etti. Daha 2 gün önce yarışmada izlemiştim onu. Her ünlünün vefatının arkasından olduğu gibi, kendisiyle yapılan ropörtajlar gün yüzüne çıktı yeniden. İşte ropörtajlardan birinde sormuşlar Defne'ye: "oğlunun ne olmasını istersin?"

Çok sıradan bir soru değil mi? Sorulmasa da her anne - baba, aklının bir köşesinden geçirir muhakkak ki. Tabii ki başta sağlık temenni edilir, sonra da bir meslek. Bu meslek seçimi ya kendi işimizin devamıdır, ya çok para getireceğini düşündüğümüz bir iştir, ya saygınlığı vardır, ya da çalışma saatleri çok zorlayıcı değildir...
Defne'nin işte bu sıradan soruya verdiği cevap oldukça sıradışı. Aslında tam tersi çok sıradan olması gerekirken belki de: Oğlumun mutlu olmasını isterim.!

O kadar güzel bir temenni ki, o kadar doğal, içten, en başta olması gereken. Sevgili Defne, yanıtını çalıyorum ve ben de Enis Boram'ın MUTLU OLMASINI istiyorum gönülden ve bu yolda ne yapmak gerekirse baban ve ben hazırız oğlum.

10 Nisan 2011 Pazar

Hep aynı şekilde yat yat nereye kadar? vl:3

İnanılmaz bir hızla yeni şeyler öğrenen meleğim, artık ayağa kalkma işini standarda bağladı. Kendisini uyuması için yatağa yatırmamızla, bebeğimin ayağa kalkması arasında sadece 3-5 saniye oluyor genelde. Çılgın gibi ayağa kalkma egzersizi yapan Enis Bora'cığımın sağ ayağı tamamen dışarı dönük. Haftasonu kontrolde bu konuyu gündeme getirip varsa bir önlem almamız gerekecek sanırım.

8 Nisan itibariyle emekleme çalışmaları başlayan Enis Bora ile 10 Nisan Pazar günü en az yarım saat "haydi gel gel gel" oynadık. Bu nasıl bir oyun mu? Bir divanda anne ve baba mümkün olduğunca birbirine uzak oturur, minnoşu da aralarına koyarlar. Sonra da çılgın gibi önce anne "gel gel gel" der; minnoş tam gaz anneye emeklemeye çalışır.Güç bela anneye ulaşıp üstüne tırmanma aşamasına gelindiğinde, baba "gel gel gel" der. Bebiş böylece babaya emekleyerek, komando gibi sürünerek ya da tavşan gibi zıplayarak ulaşır. Tam mutlu mesut babanın suratına sevgi gösterisi için bir ısırma girişiminde bulunurken anne yine seslenir oradan "gel gel gel" Bu döngü, minnoş yorgunluktan bayılma noktasına gelene kadar devam eder...

26 Mart 2011 Cumartesi

Hep aynı şekilde yat yat nereye kadar? vl:2

Lapacı oğlumun dönme maceralarını adım adım yazmıştım Ocak ayında. Tabii ki o günden bugünlere çok şeyler değişti. Henüz emekleme safhasına geçmedik ama hergün yeni bir hareket ve heyecan içerisindeyiz.
Maalesef tam tarihini hatırlayamadığım ama Mart ayı içindeki bir gün minnoş kollarını yana açmış hiçbir yere dokunmadan, değmeden oturuyor. Ne yaptığını anlamam 3-5 dakikamı aldı doğrusu. Sonra anladım ve çığlığı bastım: Minnoş artık desteksiz oturuyor. Çok kısa bir an sürüyor desteksiz oturması, sonra küüüüüüt devriliyor. Rüzgar nereden eserse artık; sağa, sola, öne, arkaya.Seçenek çok ne de olsa...

Desteksiz oturmaya başladığı bugünlerde Bora'cığın bir takma adı daha oldu: Yogi Enis Bora. Sanırım dengeyi de bulabilmek için olsa gerek, ayak tabanları birbirine değer biçimde ve vucuduna en yakın noktada tutarak oturuyor. Bu duruşunu, aslında esnekliğini asla kaybetmese keşke...


Takip eden günlerde desteksiz oturma süreleri uzamaya başladı. Artık mama sandalyesi kıvamına geldi demektir diyerek denemelerimize başladık. Kaşık suratlım minicik kaldı o devasa sandalyede. Acaba birgün içini doldurabilecek mi?

Günlerden 19 Mart, o da ne?! Bora'cık bank pozisyonunda mı durmaya çalışıyor ne?! Ama duramıyor ki aslına! Bacakları taşımıyor onu. Kollar çok kuvvetli, diyecek laf yok. Ama gelin görün ki bacaklar pek dermansız...

22 Mart: o dermansız bacaklar biraz daha mı kuvvet kazandı acaba? Hala tam bir bank pozisyonundan bahsedilemez pek tabii ama Bora'cık henüz çözemediğim bir teknikle geri geri emekliyor. Bu işte bir terslik var mı acaba? Hemen bir bilene danışmalıyım. Hiç görmemiş ve duymamıştım geri emekleyen. Herkes Mersin'e giderken bizimki nereye gidecek ki? Zaten ters yönde birşey de yok! Ne oyuncak, ne kitap, ne de hışırdayan herhangi bir şey...Eninde sonunda öne hareketi öğrenir değil mi dostlar?

Mart ayının ortalarından beri Enis Bora'yı yatağında oturtup, ellerini yatağın korkuluklarına tutturuyordum. Ne de iyi yapmışım! 26 Mart günü,  beni yeni bir süpriiiiz bekliyordu. İnsanlık için küçük minnoş için kocamaaaaaan bir adım: Anneciğine ayakta durarak gülümsüyordu!...Meleğim 2 haftadır yatağın korkuluklarına tutunup kendini yukarı çekmeyi pek sevmişti doğrusu. Hatta bu egzersiz, diğer tüm oyuncaklardan ve uykudan çok daha eğlenceliydi beyfendi için. Neredeyse hergün bir önceki güne göre 1-2 cm daha yukarı çekebiliyordu kendini. O kadar sevimli bir görüntü sergiliyordu ki bir yandan da.

Korkulukların üzerinde bir minik kafa, kapıya doğru bakıyor, gelene geçene sevimli bir gülüş fırlatıyor. Her kim onu bu halde görse, hemen kucaklıyor minnoşu. Ama bu dönemde bacakları o kadar güçsüz ki, uzun süre daha böyle sevimli sevimli bana bakar diye düşünüyordum. Ama bugün gardrobundan seçtiğim kıyafeti kendisine göstermek için başımı yatağa çevirdiğimde gördüğüm manzaraya inanamadım. Nasıl olduysa olmuş kollarıyla kendini yukarı çekmiş ve ayakta duruyordu.

Sevgili oğlum, bunca zaman sana lapacı dediğim için özür dilerim, ayağa kalkma konusunda bayağı hızlı davrandın. Merakla bir daha seni ayakta bulacağım günü bekliyorum bebeğim...

9 Mart 2011 Çarşamba

Günün en sevimli anı

Bana göre günün en sevimsiz anı, sabahları çalan saat ile uyanma anıdır. Bir yere yetişme telaşını içerdiğinden midir bilmem, bir miktar stres yükler o saatin sesi bana. Eğer çalar saat ile uyanmışsam, pek tembellik edecek zamanım yoktur çünkü saati zaten mümkün olabilecek en geç zamana ayarlamışımdır. Sonrası ise malum, ne giyeceğim telaşı, saçlarım rezalet görünüyor günü nasıl kurtarırım bu saçlarla endişesi, makyaj malzemelerinin çantaya hızlıca konması (ki böylece gidilen yerde hemen 3-5 dakikada yüzüme bakılır hale getirebileyim kendimi) vs vs vs.

İtiraf edeyim son 1 aydır sabahın erken saatleri en sevdiğim saatler oldu. Minik meleğim çalar saatimden çok daha önce uyanıyor. Asla ağlamıyor, biliyor annesi de babası da henüz uykuda, başlıyor kendi kendine konuşmaya. Daha ilk "agu"sunda duyuyorum ben sesini ve yüzümde koca bir gülümseme ile hemen yanına gidiyorum. Beni gören Enis Boram da kocaman gülümsüyor bana.

İşte ondan sonra hayatın anlamı başlıyor benim için. Alıyorum onu kucağıma, sarılıyorum sımsıkı, öpüyorum, öpüyorum, öpüyorum. Derin bir "ohh" çekip kokusunu içime alıyorum.

Sonra da doğruca yatağımıza gidiyorum. Koyuyorum minnoşu sevgilimle aramıza. Bir sevgilim gıdıklıyor bir ben ısırıyorum, bir sevgilim komik sesler çıkarıyor, bir ben "hav hav" diyorum. Başlıyor miniğim de kıkırdamaya.

Her sabah en az bir yarım saat yaptığımız bu ritüelimiz o kadar enerji veriyor ki bana, ne giydiğim ne nasıl göründüğümün önemi kalmıyor. Tek bir arzuyla dolu oluyorum sabahları ben: sadece 1 dakikacık daha fazla zaman geçirmek; miniğim ve sevgilimle beraber...

3 Mart 2011 Perşembe

Ne zaman büyüdün?

Zaman dediğimiz gerçekten ne de hızlı akıyor. İşe başlayalı 2 ay bitti, Enis Bora'cım 7 aylık olmak üzere bile. Son aylarda o kadar çok konuda gelişim gösterdi ki, "evladım ne zaman büyüdün" diye sorarken buldum kendimi.

Neler mi var gündeminde?

Burnunda ciddi deviasyon sıkıntısı çeken oğlum, bizim onu rahatlatmak için serumfizyolojik uygulamamızdan o kadar nefret ediyor ki, elimizde o minik tüpü gördüğü anda başını çevirip, ellerimizi tutuyor ve tüm gücüyle itiyor. Yine de şimdilik kazanan biziz, bakalım ne zaman bizi yenmeyi başaracak?

Üstünün değişiminden çok hoşlanmadığını düşünüyorum. Biz de günde 2-3 kere üst değiştiren anne-baba değiliz doğrusu. Ancak evimiz de sıcak olmadığı için özellikle bu kış günlerinde kafasından geçen kazaklar giydiriyoruz. Minnoş bu seremoniden o kadar çok rahatsız oluyor ki, sonunda kollarını uzatıp giydirilmesine yardımcı olmayı böylece zamandan tasarruf etmeyi hemencecik öğreniverdi.

Ek gıdalara başlamış olmasına rağmen düzenli emzirildiğini farkeden meleğim, sevmediği, aç olduğu için zorla yediği besinleri artık hiç yemez oldu. Nasılsa hemen akabinde süt var, taze taze:) Neler mi sevmiyor, kabızlık sorununa iyi gelmesi beklenen kayısı püresi, yine aynı nedenle teklif ettiğimiz armut. Bir de bugünlerde anne sütü muhallebisini çok tercih etmemeye başladı. Boşuna demiyorum, Etiyopya'dan transfer bir bebeğimiz var bizim!

2 Mart 2011 Çarşamba

Kim var kapının önünde?

Meleğimin ilk doğduğu günden beri kendi kendine uyuması için çok çalıştım, gelen eleştirilerin de hepsine kulak tıkadım doğrusu.  Bu nedenle de bir süredir kendime "the gaddar anne" ünvanını takmış durumdayım.
Meleğim çevreyi algılamaya başladıkça, hareketleri arttıkça, uykuya geçişleri zorlaşmaya başladı. Benim de gaddarlığım bitti, kucak voltaları arttı. Kendisi o minik haliyle uydurmasyon ağlamaları nasıl yapmaya başladı hiç bilmiyorum. O kadar çığlık, yaygara, öksürme, kıpkırmızı bir yüz. Ama tek bir gözyaşı yok...

Uykuya dalamadığı için çıkardığı yaygarayı semiş olmalı ki uyandığında da benzer şekilde ortalığı ayağa kaldırıyor. Sanırım "ben uyandım, siz hala ayakta uyuyorsunuz, gelin ve beni alın" demenin bebek dilindeki tercümelerini dinliyoruz her gün.

Yanlız bir süredir dikkatimi çeken bir husus var; bu uyandığında çıkardığı doğa üstü sesleri sadece gündüz uykularında yapıyor. Geceyarısı ve sabah uyanışlarında ise sevgili annesine kıyamayan oğlum kendi kendine konuşup zaman geçiriyor.

Bu sabah saat 7'de çalan alarm ile ailece uyandık. Ancak ailecek uyanmamış gibi yapmaya başladık. Bir an sonra mutfağa doğru yöneldim, parmak uçlarımda, mümkün olduğunca sessiz olarak. Odama geri dönüş yolunda oğlumun odasının önünden geçerken kafamı çevirdim. Bir de ne göreyim! Minnoş yüzükoyun yatmış, minik ellerinin üstünde doğrulmuş yatak koruma pedinin üzerinden oda kapısına doğru bakıyor. Kimin geçtiğini görme çabası o kadar sevimliydi ki, kocaman 2 adımda kendimi yanında buldum. Tabii ki bir sonraki harket meleğimi kucaklayıp sımsıkı sarılmaktı.

12 Şubat 2011 Cumartesi

Büyüdüm artık ben

Evet, bugün tam 6. ayım bitti bu dünyada. Artık büyüdüm kocaman oldum. Zaten resimden de göreceğiniz gibi oturmaya başladım. Aslında hala sağa ya da sola devriliyorum ama olsun o kadar.
Bugün ilk defa ek gıda ile tanıştım. Menümüzde kayısı püresi vardı. İtiraf edeyim önyargılı yaklaştım kayısılara. Zaten rengi de bir tuhaftı. İstemem diye çok direttim ama allem ettiler kallem ettiler ve kaşık kaşık yedirdiler bana pürenin tamamını. Aslında çok da kötü değilmiş tadı ama anne sütü çok daha keyifliydi. İçimi de çok daha kolaydı. Neyseki pürenin üzerine ödül olarak anne sütü vardı bari:)
Yemek maceralarım devam edecek gibi görünüyor. Beni izlemeye devam edin...
Çapkın Enis Bora
Posted by Picasa

11 Şubat 2011 Cuma

Keçi gribi mi, kendi düşen ağlamaz nezlesi mi?

Bu sene pek kar yağmadı. Ondan mıdır bilinmez her 2-3 kişiden biri grip. yoğun öksürük, boğaz ağrısı, ateş, yorgunluk...Klasik grip. Ama üstadlar her sene olduğu gibi bu seneki gribe de bir isim vermişler: Keçi gribi. Adı üstünde, zor geçiyor bu seneki grip...

Bir ihtimal, bu 2-3 kişilik istatistiğe girme isteğimden, diğer bir ihitmal, ince giyinip "aman 2 dakika böyle otursam bişicik olmaz" yaklaşımımdan ya da evdeki erkek popülasyonuna uyup, saçlarımı minicik kestirmemden kaynaklı olarak ben de sonunda yatağa düştüm. Bir haftadır boğazım zaten gıdıklıyordu. Perşembe günü yutkunmakta zorluk çekiyordum, bu sabah ise yataktan kalkamadım.

Bu durumun tek bir iyi tarafı var, minnoşu daha sık görebilmek. Ama tabii uzaktan sevebiliyorum bugün kendisini sadece. Emzirme zamanlarında, ağzıma maske takıyorum. Çok garipsiyor minnoş, çekip almaya çalışıyor.

Bugün keyfi çok yerinde meleğimin. Son birkaç gündür sanırım sesini keyfetti ki, farklı tonlarda çığlık denemeleri atıyor. Kendini eğliyor. Ablası minik yastığını verirmiş gibi yapıp kaçırınca çığlığı basıyor. Ama sinirli bir çığlık değil bu, eğleniyor çok. Ve ben sadece bu çığlıkları dinliyorum uzaktan. Televizyondan izleyen bir yabancı gibi hissediyorum kendimi.

Biraz önce meleğimin odasına girdim yine maskemle. Odasından müzik sesleri geliyordu. Bir baktım, ablasının kucağında ablası ile dans ediyor. Ama her akşam meleğimle bir tek ben dans ederdim. Nasıl şimdi bir başkası ile dans edebilir??? Hem de bundan zevk alabilir? Nasıl kıskandım anlatamam!

Keçi gribi midir, yoksa kendim ettim kendim buldum dolayısıyla ağlamaya hakkım yok nezlesi midir bilemem ama biran önce iyileşmek istiyorum; yine meleğimle oynamak, dans etmek, onu kıkırdatmak için.

10 Şubat 2011 Perşembe

Beşiğe veda...

Bugün beşiğiniz ile vedalaştık. Kayınpederimin elleri ile yaptığı, babamın kurşunsuz boya bulmak için arkadaşlarını seferber ettiği beşiğimiz artık başka bir bebeğin dünyaya gelmesini bekliyor sabırsızlıkla. Bir süre yeni bebeğe kucak açacak. Kim bilir belki sonra başka bir bebeğe ve bir başkasına. Belki bu bebeklerden bazıları hiç uyumayacak, hep ağlayacak. Bazısı sık sık kusacak. Belki çişlerini fışkırtacaklara kenarlara. 

Sana emanet edilen kıymetlilere gözün gibi bak sevgili beşik...

1 Şubat 2011 Salı

O an'lar...

Bazı anlar vardır, hafızanızdan silmek istediğiniz. Yaşanmamış olmasını kabul etmek istediğiniz. Peki böylesi anların sonunda, keşke beynimizin de bir "del" tuşu olsaydı diye düşündüğünüz oldu mu hiç?

Günlük rutin işleyişin arasında bir haber alırsınız. İnanamazsınız. "Şok"a girersiniz. Bütün vücudunuzdan kan çekilir. Kalbinizin atışı hızlanır. Soğuk terler boşalır. O an dünya durmuştur. En azından sizin için. Bütün yaşamsal faaliyetlerinizin de durduğunu düşünürsünüz.

Artık çevrenizde olup bitenlerden uzaklaşmışsınızdır. Sadece habere odaklanırsınız. İçinizden ve belki dışınızda milyon kere "hayır, bu olamaz" dersiniz. Haykırmak istersiniz. Bunun bir kabus olduğunu düşünmek istersiniz. Haberi alma anında kulaklarınızın ağır işitmiş olmasını, gözlerinizin az görmüş olmasını hangimiz istemedik ki?

Sonra acımasız bir süreç başlar. Zamandır acımasız olan. Uzadıkça uzar. Yeni bir gelişme için beklersiniz. Beklerken milyon farklı düşünce geçer aklınızdan. En çok, bilginin yanlış olması fikrine sarılırsınız. Bir tek bu fikir sizi güçlü kılar, ayakta kalmanızı sağlar.

Herşeyin yanlış bir alarm olduğunu öğrendiğiniz an, yeniden doğduğunuz andır. İşte o kabustan uyanmışsınızdır sonunda. Aslında vardır bir "del" tuşu insan vücudunda da. Basarsınız o tuşa, hiç tereddüt etmeden.

Derin bir "oh" çekersiniz ve şükredersiniz hayata. Bundan sonraki tüm kayıtların mutluluk haznesine dolmasını ümid edersiniz.

Evrenin tüm enerjileri sizlerle olsun minik melekler...

Bu yazı Ece'ye ithaf edilmiştir...

26 Ocak 2011 Çarşamba

Eyvah uyandı! Ne yapacağız şimdi? Çabuk manueli bulalım...!

Biz çok geç anne baba olduk. Sanırım bu nedenle olsa gerek, sık sık kendimizi oğlumuzu seyrederken buluyoruz.

Dün akşam da böyle akşamlardan biriydi. Meleğim derin uykusuna dalmıştı, biz onu seyrediyorduk. Ben yine anılarda sörf yapıyordum. Nereden nereye...

En önemli anlar şimşek hızıyla geçiyordu aklımdan... Cebimdeki son para olan 5 TL ile aldığım test, sonucunu pozitif görünce Gürkan'ın "bu Çin malı, yanlıştır!" yorumu, hemen ertesi gün başlayan kanama karşısında yaşadığım hayalkırıklığı ama yine de doktora gitmeyi ertelemem, haftasonu Uludağ'da snowboard yapmalı mıyım, yapmamalı mıyım stresi, doktor randevüsü için iple çekilen 3 hafta, ilk kalp atışı, ışık hızıyla ama çok keyifli geçen toplam 38 hafta 6 gün, doktorumuzun sezeryanı aklımızın bir kenerında tutmamız gerektiğini söylediği son muayene, ağlayarak hastaneden ayrılış, akabinde gelen su, hep hayal ettiğim gibi kolay bir normal doğum ve 13:55. Kavuşma anı...

Ne çok şey yaşadık her anından keyif alarak. Ne kadar kolay bir hamilelik geçirdik. Ne çok konuştum oğlumla, beni duyduğundan, hissettiğinden emin olarak. Ne çok macera yaşadık.

Şimdi ise karşımızda derin uykusunda, biz hayallere dalmış, birbirimize sokulmuş onu izliyoruz, yüzümüzde gülümseme, gözümüzde bir minik damla.

Ne kadar o şekilde kaldık hiç bilmiyorum. Bir anda Bora ile gözgöze geldiğimizde, daldığımız hayallerden dünyamıza geri döndük. Ama hani derin uykuda idi Bora? Daha emme zamanı da gelmemişti ki! Hiç ses de çıkarmamıştık, bakışlarımızla konuşmuştuk karı-koca...Ama sonuç ortada, Bora Bey gözlerini açmış bize bakıyordu işte.

Gürkan'ın "Eyvah uyandı! Ne yapacağız şimdi? Çabuk manueli bulalım...!" yorumunu duyduktan sonra patlattığım kahkaha sonucu Boracık yine ciddi tavirları ile bizi süzdü. Deli olduğumuza kanaat getirmiş olmalı ki, kafasını çevirip uykuya daldı.

İyi mışıllar bebeğim. Hem sana hem de dünya üzerindeki tüm meleklere...

20 Ocak 2011 Perşembe

Hep aynı şekilde yat yat nereye kadar?

O kadar cok siteye üyeyiz ki...her yerden bilgi bombardımanı yağiyor. Bu hafta bunu yapmalı, şu hafta böyle davranmalı diye. Her ne kadar siteler, her çocuğun gelişim hızının farklı olduğunu yazsa da yine de bazen endişeli bir bekleyiş alıyor biz anneleri...

Geçen hafta okumuştum bir yerlerde, 4.ay itibari ile bebeklerin dönmeye başlaması gerekiyor diye. Bizim Enis Boramız biraz lapacı mı acaba?

Tam endişelenecektim ki;

Günlerden 19 Aralık ve sonunda Bora hep aynı şekilde yatmanın kendisine bir fayda getirmeyeceğini ve lapacılığın sonunun iyi olmadığını kavramış olmalı ki, ilk defa yatakta kafasını kaldırdı ve etrafa bakındı...

Ellerini bilekten döndürerek işi zorlaştırma konusunda gerçekten çok başarılı olduğunu söylemeliyim meleğim...

Bugün 22 Aralık, tüm gün gezmiş olmak yetmezmiş gibi bir de akşam arkadaşlarımıza gittik. Bora'nın tüm gün dışarıda anneanne ve dedesine yaptığı huysuzluk ve uyumama inadı sonucu arkadaşlarımızda Bora'nın güzel bir uyku çekeceğine eminim. Salondaki L koltuğun bir kenarına yerleştirdik beyfendiyi. Ama o da ne? Kendisi poposunu kaldırıp sağa-sola atmaya çalışıyor. Evet oğlum biraz daha gayret, ya sağa ya sola o popocuğun devrilirse, dönmeyi başaracaksın. Çalışmaların başladı, bakalım ne zaman zafere ulaşacaksın???

20 Ağustos'ta doğması beklenen meleğim, 8 gün önce doğarak hepimizi mutlu etmişti. Ancak hissediyorum ki, oğlumun bu 8 güne ihtiyacı varmış aslında.Ocak ayında gittiğimiz doktor muayenesinde hala dönemediği için ekstra fizik tedavi öneren doktoru güç bela 1 hafta beklemeye ikna ettim. Eğer bu 1 haftada dönmez ise, fizik tedavi yaparız dedim. İyi ki de demişim. Bugün 20 Ocak ve meleğim hoooooop dönüverdi. Bu sefer çok şanslıydım çünkü öğle arasında meleğimi beslemek için eve geldiğimde kendisi yeni numarasını bana gösterdi. Çok da keyfi yerindeydi doğrusu dönerken. Ben hemen kamerayı almak üzere girişimde bulunduysam da, meleğim kamerayı görür görmez hareketi unutup kameraya odaklandı:) Bakalım dönüşünü ne zaman görüntüleyebileceğiz?

Ocak ayının son günleri. Meleğim iyi ki dönmeyi öğrendi. Artık kendisini saniye yanlız bırakmaya gelmiyor. Hemen dönüyor. Yanlız bu dönüşü hep sağ taraftan yapıyor, sol taraftan dönmeyi hiç denemedi henüz. Diğer bir gelişmesi ise, dünyaya yatay konumdan değil de dikey konumdan bakmaya başladı. Yanlız bu oturuşundan zevk aldı mı bilemiyorum, çünkü sürekli kendini ya sağa-sola atıyor ya da öne hamle yapıyor. Neyseki bir güleryüzlü anını yakalayabildim kendisinin...Bu arada emzirme yastığının da bir işe yaramasına pek seviniyorum doğrusu...


Hep sırt üstü pozisyondan yüzükoyun pozisyonuna dönen meleğim bilindiği üzere tam ters şekilde dönmek için çok uğraş vermekte idi. Ancak kollarını her iki yöne açması nedeniyle, teorik olarak dönmesi zaten imkansızdı, çünkü kolu dönüşünü engelliyordu. Sonunda Boracık 27 Ocak günü kollarından birini yana açıp güç alırken öbürünü vücuduna yapıştırması gerektiğini keşfetti. Anneciğine de süpriz yaparak aynı günün akşamında ilk dönüşünü, annesi onu uyutma çabaları içindeyken yaptı. Böylece ilklerinden birini annesi canlı canlı yaşamış oldu:)

Şimdilik bu yazıya bir süre ara vermenin zamanı geldi. Bu yazının devamı bir kaç ay sonra emekleme çalışmalarıyla devam edecektir.

Bizi izlemeye devam edin...