Lilypie First Birthday tickers

Lilypie First Birthday tickers

30 Aralık 2010 Perşembe

Zaman akıp gitmiş...

Yılın son günleri gelirken, karmaşık duygular içindeyim. 3 Ocak, tekrar iş hayatıma döneceğim tarih. Ne mi hissediyorum?

Merak, heyecan, endişe, korku, sevinç, hüzün... Gördüğünüz gibi duygudurumum çok karışık. Tüm duygular içiçe geçmiş durumda.

Merak ediyorum, acaba daha önce çok da önemsemediğim iş-özel hayat dengesini kurabilecek miyim? Hatta terazi özel hayat tarafına torpil geçebilecek mi?
Heyecanlıyım, çünkü kendim için de yeni bir öğrenme süreci başlıyor artık.
Endişeliyim!Acaba doğru mu yapıyorum meleğimi bırakarak?
Korkuyorum, yokluğuma alışır mı ki? Ya da ben meleğimi daha az düşünür müyüm ki?
Üretmeyi, öğrenmeyi, çalışmayı seviyorum aslında. Sevinçliyim o yüzden de...
Tabii ki, meleğimin ilk'lerini kaçırma olasılığı nedeniyle de hüzünlüyüm çok çok.

Tam 5 ay bitmiş. Üzerinden koskoca 5 ay geçmiş, izne çıkalı. Zaman su gibi akıp gitmiş. Hangi ara geçti bu zaman?

İzne çıkmadan önce, pek çok kişi, evde hep çocukla ilgilenmenin bana göre olmadığını, hemen işe dönmek isteyeceğimi söylemişti. Ama gelin görün ki, hormonların da etkisi ile hiç de öyle olmadı. Meleğimle beraber olmak, pek çok hesap-kitap-toplantı-sunumdan çok çok daha keyifli geldi.

Bu keyfi yaşamamda bana destek olduğunuz için çok teşekkür ederim; Sevgili Aslı, Ahu, Feyza ve Özay:)

Yemek ile maceralarımız

Merhaba,


Bugün 28 Aralık Salı. İşe başlamama günler var ve Enis Bora biberonu kesinlikle sevmiyor. Güç bela 1,5 saatte içmesi gerekenin yarısını bitiriyor ve bu esnada o kadar çok ağlıyor ki, neden onu biberon için zorladığımızı sorguluyorum bir süredir. Doktorumuzun da tavsiyesi ile bir öğünümuzu biberon yerine kaşıkla yiyebileceği bir besine dönüştürme çabalarımızın sonucu olarak bugün anne sütünden yapılma muhallebi yedirme seanslarımızın ilki (28 Aralık 2010)...Fazla uzatmadan sonucu paylaşmak isterim: Bora muhallebiyi arttırdı!!! Nasıl oldu ben de bilmiyorum ama ağzına kaşıkla verdiğimin iki katı ağzından çıkıyor. Böylece tükenmeze dönen muhallebi, saatler sonunda Bora'nın midesi hariç akla hayale gelebilecek heryere girerek bitti. Akşam burnunun ve kulaklarının içinde bile muhallebi kalıntılarını temizlerken buldum kendimi...

Tarihler yılın son gününü işaret ediyor. Evdeki son günüm. Bir yandan akşama hazırlanıyorum bir yandan da bakıcımızın Bora'ya muhallebisini yedirme çalışmalarını izliyorum. Daha yarıya bile gelmeden mutfakta derin bir sessizlik oldu. Bir de ne göreyim, Bora uyuyakalmış. Ayaklarını gıdıkladım, ellerini ovdum, öptüm, sevdim...Nafile. Ne yaptıysam uyandıramadım. Muhallebi de bir kenarda kös kös, Bora'nın uyanmasını bekledi.

26 Aralık 2010 Pazar

Teşekkürler anne

Bebek sahibi arkadaşlarımla konuştuğumda, bebeklerin 4. aydan itibaren çevresi ile iletişimlerinin çok arttığını söylüyorlardı.

Gerçekten de Bora'nın hergün biraz daha fazla çevresiyle ilgilendiğini farketmek çok keyifli.

2. ayından itibaren hastanede çekilen doğum fotoğraflarına bakıp kocaman gülücük atıyordu. Ben önceleri o resimleri anlıyor sanıyordum fakat sonra kendisinin mavi ve kırmızı renkleri gördüğü için güldüğünü keşfettim...Saftirik anne!

Günler geçtikçe çevresinde gördüğü güzel bayanlara yine kocaman güldüğünü farkettim. Bu arada bayanların kendisine gösterdiği ilgiden memnun olan Enis Bora, gülücük konusunu abartarak işi heryerinin tükürük veya yeni içtiği süt olmasına bile vardırıyordu.

Son birkaç gündür meleğim harika bir huy edindi: Emdikten sonra gözümün içine bakıp gülümsüyor ve memnuniyet belirten sesler çıkarıyor. O kadar özel ve güzel bir an ki. O "teşekkür" anında hissettiklerimi anlatmaya kelimeler yetmez.

Bora'nın her teşekkürü, annesinin kendisini öpücük yağmuruna tutması ile sonuçlanıyor.

16 Aralık 2010 Perşembe

Ve Bora dansöz oynattı...

Günlerden 15 Aralık, bir Çarşamba akşamı. Enis Boracığım ve ben hazırız, babamız gelince lokantaya doğru yola çıkacağız. Hepimiz ilk defa gidiyoruz bu lokantaya. Özellikle manzarası ile ünlü bu lokanta için "çok nezih, bebişle rahatlıkla gelebilirsiniz" diyen annemlerin arkadaşları ile kocaman bir grup olacağız.

Saat 20:30 gibi lokantanın kapısından ancak girebiliyoruz ki, deli gibi yüksek bir müzik sesi kulaklarımızın canını yakıyor. O da ne? Canlı fasıl var! Gördüklerimize ve duyduklarımıza inanamıyoruz. Bangır bangır zurna sesi ve 4 aylık bir bebek 3 metre ara ile oturuyor. Gürkan ile sürekli gözgöze geliyoruz "ne yaptık" biz gibilerinden. Neyse ki minik meleğimiz yorgunlukla tatlı bir uykuya geçiyor, kulağında bülbülün çilesi...

Miniğimizin uykusu sayesinde biz de enfes yemeklerimizi manzaraya doya doya yiyoruz. Zaman su gibi akıp geçiyor, meleğim uyanıyor. Artık onun için mama saati gelmiş bile. Oğlu ile bir şeyleri paylaşma şansını bulan babası hemen bibronu ısıtıyor ve Boracığı yumuşakça kucağına oturtuyor. Bora ise bir yandan etrafındaki kişileri süzüyor bir yandan da babasının verdiği biberondaki sütü reddetmeli mi yoksa içmeli mi kararsızlığını yaşıyor.

İşte ne olduysa o anda oldu...Nereden çıktığını bilmediğimiz dansöz, bizim masaya doğru ilerleyip tam önümüzde durup başladı raksa. Bir sağa bir sola, hooop yandan. Biraz saçları, biraz kalçayı biraz da göğüsleri salladı. Her hareketinde ağır parfüm kokusu geldi burnumuza, bastırdı alkolün kokusunu...

Bir anda irkildim ve kendime geldim. Ayol ben tazecik bir anneyim ve minik meleğim yanımda. İçkili ve fasıllı bir lokantadayız ve masamızda dönsöz var...Güleyim mi ağlayayım mı bilemediğim an işte o andır. Eşimin kucağında 4 aylık Bora, biberondaki süt ile oynarken önünde de dansöz tüm seksiliği ile dansediyor. Tahmin edileceği üzere yeşiller içindeki dansözden gözünü alamayan sadece eşim değil ... Bora'nın daha yeni yeni insanları takip ettiği dönem için harika bir egzersiz olduğunu kabul etmek lazım. Ama yine de biraz aşırı oldu sanki, ne dersiniz?

Yanarım, yanarım, o akşam o anı görüntüleyemediğime yanarım...

Not: Bu arada Enis Bora Bey'in, dansözü izlerken, farkında olmadan sütün tamamını bir çırpıda bitiriverdiğini de söylemeden geçmeyeyim...

10 Aralık 2010 Cuma

Yoksa ahçı mı olacak? Ya da degüstatör?

Bundan 20-25 yıl sonrasını ön görmek mümkün değil. Ama yine de pek çok anne ve baba, minnoşları ile ilgili ileriye dönük planlar yapıyordur eminim. "Kızım mimar olacak, oğlum doktor olacak" vb cümleler bazen dillendirilmese de akıllardan geçiyor değil mi?

Biz de Gürkan ile sık sık oğlumuzun windsurf yapmasını hayal ediyoruz. Ne de olsa biz windsurf yaparken tanıştık. Eh, kış sporlarından da hoşlansa iyi olabilir, benim gibi 30'una merdiven dayamışken snowboard öğrenme çabasına katlanmamış olur.

Bütün bu hayallerimizin altında, Bora'nın sporcu olmasını istediğimiz anlaşılmasın sakın... Neyi isterse, neye yeteneği varsa, kariyeri umarım o yönde gelişir.

Amaa, kendisinin mutfak ile ilgili bir hobi ya da meslek geliştireceğine inancım her geçen gün artıyor. Neden mi? Bunun için 3 anımızı paylaşıyorum sizlerle...

Birinci anımız, Bora'nın iki aylık olduğu günlere ait. Artık Bora 2 saatte bir emmek istiyor. Buna seviniyorum çünkü kendimi toparlayacak zaman kalıyor bana da. Ama sağolsun bazen biz tam yemeğe oturmuşken emmek isteyiveriyordu. Özenle hazırladığımız yemeğimizin ortasında bir çığlık ile irkildiğimiz günlerin sayısı çoktu.

Uçaklardaki anonsu hatırlar mısınız? Ne derler? Önce kendi maskenizi takın, daha sonra çocuğunuzun maskesini! Bu cümleyi bu kadar seveceğimi ve felsefe haline getireceğimi inanın düşünmemiştim.Önce kendi yemeğimi yemeliydim, ama Bora'nın çığlıklarına da bir çözüm bulmalıydım. Buldum da! Biz mutfakta yemek yerken, kendisini de makamı ile mutfağa getirip, bizi görebileceği şekilde yerleştirdik. Aaaa.O da ne?! Bora'nın vızıltı ve çığlıkları bitti. 1,2,3,...10,...20...Tesadüf değil, her seferinde susuyor. Yaşasın! Demek ki, biz mutfakta yerken o da sabredebiliyor.

Konuyla ilgili ikinci detaya geçelim şimdi de. Bora, bazı günler o kadar huysuz oluyor ki, ne yapacağımı şaşırıyorum. Karnı tok, altı temiz ve bildiğim kadarıyla gazı yok. Ama gelin görün ki Bora huzursuzlukla mırıldanabiliyor. Mırıldanmanın şiddeti ilerleyen dakikalarda artıyor, artıyor ve sonunda ağlamaya varıyor. Ben de böyle zamanlarda şaşıp kalıyordum. Dayanamayıp kucağıma alırsam, birkaç dakikalığına sakinleşiyor ancak "makamına" koyduğum zaman gene vık'lıyordu.

Günlerden birgün yine böyle vık'larken ve benim akşam için yemek hazırlamam gerekirken kendisini makamı ile beraber mutfağa getirdim. Bir taraftan sebzeleri yıkayıp hazırlarken diğer taraftan ne yaptımı anlatmaya başladım. Çok geçmeden Bora'nın sakinlik içinde beni izlediğine şahit oldum. Acaba konuşmama mı odaklanıyor diye düşünüp bir süre sustum. Hayır, Enis Bora mutfakta olmaktan, beni yemek yaparken seyretmekten zevk alıyor ve vızıldamayı kesiyor. Maalesef aynı yaklaşımı, ütü yaparken ya da ev temizlerken gösstermiyor. Demek ki neymiş? Bora mutfağı seviyormuş.

Konuyla ilgili son dikkat çekici anı ise, Bora'nın 2 aylıktan itibaren geliştirdiği bir alışkanlık. Emme işlemini bitirir bitirmez, ağzını şapırdatarak içtiği sütün tadına bakıyor. 5-10 kere şapırdattıktan sonra da beğendiyse, gülümsüyor. Beğenmediyse sağa sola bakıyor:) İlk kaçıncı haftasında bunu farkettiğimi anımsamıyorum maalesef. Diğer bebişler de yapıyor mu bilmiyorum doğrusu. Bora'nın 3. ayında doktorun ağızdan yaptığı aşıyı da tadması hepimizi çok güldürmüştü.

İşte tüm bu örneklerden yola çıkarak ileride kendisinin tadım mühendisi ya da mutfak elçisi olacağına dair inancım kuvvetleniyor. Bu inancımı pekiştirecek yeni gelişmeler olursa yine buradan paylaşıyor olacağım.

30 Kasım 2010 Salı

Abla ile tanışma

Sevgili meleğim,

Bundan sonra gündüzleri beraber oynayacağın, seni besleyen, temizleyen, gazını çıkaran kişi maalesef başka biri olacak. Bu durumun benim içimi nasıl yaktığını asla anlatamam. Ablanın senin ilk'lerine belki benden daha çok tanıklık edecek olması fikrini kafamdan atmaya çalışıyorum.

Bugün ablan ile tanıştığın gün. İlk karşılaşma anınızda onu baştan aşağı süzmen çok ayıptı doğrusu. Sanırım sonucu beğenmiş olmalısın ki, kısa bir durgunluk anından sonra yüzünde kocaman bir gülümseme belirdi.

Aslında sen sarışınları seversin. Ablan ise tam tersine esmer. Görünen o ki, renk farklılıkları senin için çok önemli olmayacak.

Sanırım ablan da seni sevdi. Bak ne güzel konuşuyor seninle. Sana cimnastik yaptırıyor, aynada kendini izletiyor, evin içinde beraber turlar atıyorsunuz...

Günün sonunda acıyla farkediyorum ki, sen sadece acıktığında beni aramışsın...Bir telaş kaplıyor içimi. Acaba akşamları benim gelmeme sevinmek yerine ablanın gidişinin ardından ağlayacksın mısın? Yoksa her akşam beni o kocaman gülümsemen ile karşılayacak mısın?

23 Ekim 2010 Cumartesi

4. nesil

Ekim ayının sonlarına geliyoruz. Meleğim 2 aylık oldu bile. Zaman su gibi akıp gidiyor...

Gürkan'ın da işlerini ayarlaması sonucu, kendimizi İzmir yollarında buluyoruz. Jetta'da yine adım atacak yer yok. Bavullara ilave olarak bir de minik ısıtıcıyı sığdırdık araca. Allahtan yer kalmadı da, Bora'nın yatak şiltesini de almadık yanımıza...

Bora yolculuk boyunca uyuyor. Neredeyse ben uyandırmasam, beslenmek bile istemeyecek. İlk ay kimsenin yanında emziremeyen çünkü bundan utanan ben, kamyonların cirit attığı devlet karayollarının üstünde oğlumu besliyorum.

Biraz oyalanarak, biraz keyif yaparak, Bora'yı da üzmemeye çalışarak akşam saatlerinde İzmir'e varıyoruz. Eve ulaşmamıza en fazla 45 dakika var.

Çok heyecanlı ve bir o kadar da meraktayım. Acaba dedem ve Bora anlaşabilecekler mi? Dedem, Bora'yı görünce ne yapacak? Ne diyecek?

Tüm bu soruların cevaplarını akşam geç saatlerde alıyoruz. Çok büyük bir mutluluk anı. 9o'lı yaşlarını süren dedem ile, daha ilk aylarındaki oğlumun tanışması.

Bora olanları farkında mı bilmiyorum, ama algı seviyesi belirli bir noktaya geldiğinde ilk yapacağım işlerden biri resimlerle o günleri anlatmak olacak.

Dedem ise çok çok mutlu. Torunun çocuğu ile konuşmak, gülmek ona farklı bir enerji ve güç veriyor sanki!


Vedalaşırken, seneye bu zamanlarda el ele tutuşup yürüme sözü veriyorlar birbirlerine.
 

En az Michelangelo'nun tablosu kadar etkileyici,
öyle değil mi?


30 Ağustos 2010 Pazartesi

Askeri İnek...

Hamileyken pek çok eğitime gitmiştim. Yoga kursu, hastane kursu, hediye edilen  4 haftalık psikolog çalışması...

Her yerde dendi ki "ilk aylarda bebeğinizi sık emzirin, uyanmazsa 2-3 saatte bir siz uyandırın ve emzirin." Bu cümle tüm hamileliğim boyunca slogan haline gelmişti. Psikolojik olarak da kendimi hazırlamıştım, her 3 saatte bir uyandırıp, emzirmeye...

Hastanede kaldığımız süre boyunca Enis Bora'mız 3 saatte bir gibi bir zamanlama ile uyanıp emmek istiyordu. Şahene, herşey kitabına uygun gidiyor...

Ama o da ne? Eve geldiğimiz ilk günden beri oğlum geceleri 1-1,5 saatte bir uyanıyor ve emmek istiyor. Hani 3 saatte bir olacaktı? 1,5 saatte bir emmek hiç planda yoktu, kitaba da uygun değil!

Bu "askeri inek" durumu ne kadar daha devam edecek bilmiyorum ama biri bana yardım edebilir mi????

12 Ağustos 2010 Perşembe

Hikayenin devamı var...

Artık odamızdayız meleğim. Sevgilim, sen ve ben. Diğerlerini hiç görmüyor gözüm. Varsa yoksa sen. Biran önce bu dünyadaki ilk bağımızı kurmak istiyorum, ilk emzirme anını yaşamak istiyorum, sessizlik içinde...

Senin ve benim paylaştığımız dünyamızın dışında büyük bir hengame var meleğim. Herkes senin dünyaya gelişini kutluyor, baban telefonlara yetişemiyor, hemşireler etrafımızda pervane. Bir kısmı seninle bir kısmı benimle ilgileniyor. Biz ise seninle sadece iki kişilik dünyamızda sessizliği paylaşıyoruz.

Saniyeler, dakikalar, saatler geçiyor, çevremizde pek çok arkadaşımız. Ama ben kendimi hiç iyi hissetmiyorum. Senin için güç toplamaya çalışıyorum. Uzun süreli heyecan, gerginlik ve açlık neden oldu diyorum. Besin ve serum takviyeleri işe yaramıyor.

Saat 21:00 ve beni tekrar doğumhaneye alıyorlar meleğim. Aklımdan geçen tek dua, babanın sana iyi bakması. Sonrası karanlık...

Sabah yoğun bakımda öğreniyorum herşeyi; atoni geçirdiğimi ama tehlikeyi atlattığımı, pek çok sevgili dostumun bana kan vermek için verdikleri çabayı...Kendimi çok bitkin, yorgun hissediyorum. Böyle mi olmalıydı? ilk gecemizi ayrı mı geçirmemiz mi gerekiyordu? Hiç hayal ettiğim gibi değil bu hikayenin devamı, hem de hiç...

Şimdi artık herşeyi unutma ve yeniden kucaklaşma vakti, merhaba meleğim, ben annen...

12 Ağustos Perşembe, tam tamına 4 saat 55 dakika

Sevgili meleğim,

Biliyorum ki sen de dünyamız ile tanışmaya artık hazırsın. Ama sanırım bir itici güce ihtiyacın var. Saat 09:00 ve o itici gücü almam gerektiği söylendiğinde, hiç itiraz etmiyorum. Bu azıcık destekle herşey yoluna giriyor meleğim. Sen ışığa kavuşmak için çaba gösteriyorsun, ben mutlulukla her sancıyı karşılıyorum.

Hiç korkuttukları gibi değil bebeğim. Her bir sancı, senin ışığa bizim sana kavuşmamızı sağlıyor. O kadar mutluyuz ki. Koridorlar boyu yürüyorum.

Gözüme diğer baba adayları çarpıyor. Eşlerini bekliyorlar, gerginler, heyecanlılar...O an aklımdan geçiriyorum, acaba baban ne kadar zaman sonra o duyguları tadacak? Seni ilk gördüğünde ne düşünecek? Ya ben?! Ağlayacak mıyım? Hiç sanmıyorum!?

Saat 13:30, doğumhane bizim için hazır meleğim. Sana kavuşmamıza dakikalar kaldı. Ne talihsiz bir durum ki, ne doğum fotoğrafçısı ne de annemler, hiç kimse bu kadar erken beklemediğinden hastanede değil. Artık babanın fotoğrafçılığı ile o anları ölümsüzleştireceğiz.

Doğumhane çok aydınlık ve ferah. Sağ taraf baştan aşağı pencere, dışarısını görmek mümkün. Sol tarafta senin makamın var. Senin için özel hemşireler orada bekliyorlar. Baban sağ başucumda. Gül Ebe yanıbaşımda, moral veriyor.


Alper ve Özgür doktorlar nefes verme şeklimi tarif ediyorlar ama ben nedense o kadar panik oluyorum ki, onlarla senkronize olamıyorum bir türlü. Bana nefes vermemi söylüyorlar ama ben daha nefes almamışım ki:(

13:55 ve ilk çığlık. Sen, minicik morumsu renginle ve hala göbek bağın bana bağlı iken karnımın üstündesin aşkım. O ölümsüz anı kelimelere dökmek çok zor. O andan itibaren tek düşüncem, seni bir an önce kucaklayabilmek.

Nereden de ağzıma pelesenk olmuş bu "aşkitom" lafı?! Sürekli sana öyle hitap ediyorum. Kendim de şaşırıyorum ama söylemeye devam ediyorum. Seni koynuma aldığımda yaşanan o sessizlik anı, hiçbir şeye değişilmeyecek bir mucize.



Durdurun dünyayı, herkes dursun, kimse konuşmasın, ben oğlumla sonsuzluğu paylaşıyorum...Gözyaşları içinde...

11 Ağustos 2010 Çarşamba

11 Ağustos, yoksa musluk su kaçırmıyor mu?

Bugün herkes olması gereken yerde meleğim...Annemler Silivri'de benden haber bekliyor, sevgilim Florya'da işte. Bu deli havada ben klimayı sonuna kadar açmış, puzzle'ımı yapmaya çalışıyorum. Sen gelmeden bitirmek istediğim puzzle'ımı. Aslında büyük kısmı bitti. Ama o çiçekli kısmı yok mu?! Çok zor olacağını, daha puzzle'ı alırken biliyordum.Yine de kararlıyım bitirmeye...

Kendimi son haftalarda hep karpuz yerken buluyorum. Sanırım sen de karpuz seveceksin. Ya da belki hiç sevmeyeceksin! Acaba böyle bir araştırma var mı? Hamilelikte sık yenen besinlerin karşısında bebeklerin damak tadının gelişimi...

Saat 14:00 civarı. Musluk su mu kaçırıyor ne? Bir türlü tuvalete yetişemiyorum. Salon ile tuvalet arası 10 metre bile yoktur. Yine oldu, bak yine.. Bu işte bir tuhaflık mı var?! Doktorumuz 16:00da hastaneden çıkar, bir arasak mı ki? Aa o da ne, kendimi oturma odasının minik penceresinden dışarı bakarken görüyorum, kulağımda Dr. Alper'in sesi, bir gel suyun geliyor olabilir diyen uyarısı ile.

Yok panik yapmayacağım. Hep kendime söz vermiştim. "O an" geldiğinde panik olmayacağım diye. Hem bakalım o an geldi mi ki? Hiç sanmıyorum. Ama o da ne doktorum bu akşam beni hastanede ağırlamak istediğini söylüyor. Bir anda yine yaşlar boşalıveriyor gözlerimden. Kimsem yok burada diye haykırıyorum. Annemlerin gelmesi en az 3 saat. Gürkan'ın da daha kısa sürede gelme ihtimali zayıf. Kendimi çok yanlız hissediyorum o anda. Evet sen varsın meleğim ama o an başka bir desteğe daha ihtiyaç duyuyorum işte.

Hastaneden babanı arıyorum bir tanem. Doğum fotoğrafçısı Ayça Hanım'ı arayıp bu akşama rezerve etmesini istiyorum. Bu cümleyi 3 kere tekrar etmem gerekiyor ki, bir anda bir panik ve heyecan dalgası babanı kaplıyor. Hemen yola çıkacağını söylediği andan 2 saat sonra evde buluşuyoruz. Ben duşumu almış, ojelerimi sürüyorum...Çiçeklerimizi suluyorum, hayatlarımıza renk ve canlılık versinler.

Annemleri de haberdar ettik ve işte yoldayız. Jetta'nın bagajı ve arka koltuğu dolu, adım atacak yer yok. Babanla benim bavulumuz, senin bavulun, çikolatalar, şekerler, süsler...Ve en önemlisi araba koltuğun. Şimdi boş belki ama kısacık bir zaman dilimi içinde senin varlığın ile şenlenecek.

Güzel bir oda, güzel hemşireler ama güzel olmayan kasılmalar...En yoğun duygum endişe ve korku. Evet sezeryan olma fikrinden çok korkuyorum oğlum, lütfen yardım et bana...

9 Ağustos 2010 Pazartesi

9 Ağustos 2010, günlerden pazartesi

Hamileliğimin sonlarına yaklaşıyorum. Herşey artık çok heyecanlı. Biraz merak, biraz stres, biraz endişe...Pek çok duygunun karışımını hissediyorum damarlarımda. Bir de senin bitmek tükenmek bilmeyen enerjinle attığın tekmeleri.

Bugün seninle buluşmak için çok heyecanlıyım. Ultrason sayesinde seninle iletişim kurmak, kendimi iyi hissettiryor. Elimden geldiğince yine en güzel giysilerimi giyiyorum. Artık o kadar az seçeneğim kaldı ki giysi konusunda. Beni güzel ve mutlu görmeni herşeyden çok istiyorum meleğim, kavuşmamız an meselesi iken...

Ancak doktorumuz, senin henüz gelmeye hazır olmadığını söylediğinde yıkıldığımı hissettim. 38. haftanın 3.günündeyiz. Doktorumuz ilk defa sezeryandan bahsederken, gözyaşlarıma hakim olamıyorum işte...Evet biliyorum, maç 90 dakika ve biz henüz 85. dakikadayız. Belki bir son dakika süprizi olur. Ama yaşlar karamsar annenin gözlerinden fışkırıyor adeta...

Bana iyi gelecek ve beni sakinleştirecek tek şey puzzle'ım. Sen gelmeden bitirmek istiyorum.
Seni bekliyoruz meleğim, sağlıkla, mutlulukla huzurla gelmeni...